Abdulrazak Gurnah, düne kadar tanınmış ya da çok okunan bir yazar değildi. Örneğin Nobel ödülü açıklandıktan sonra Almanya’da Gurnah romanlarının 2010’dan beri yeni baskılarının yapılmadığı ortaya çıktı. Neredeyse kırk yıldır yazan Gurnah’ın ismini ben de ilk kez 2013’te Murat Belge’den işitmiştim. Murat Belge, daha o zamanlar, Gurnah’ın parlak bir yazar olduğunu söylüyordu – bir dersinde onu okuttuğunu da kendisinden dinlemiştim. Dolayısıyla beklenmedik bir gelişme olarak Nobel Edebiyat Ödülü’nün Gurnah’a verilmesi çok kişiyi şaşırtsa da onun yazdıklarını eskiden beri ilgiyle takip eden eleştirmenler vardı. Bu sayede Gurnah romanları Türkçede –Müge Günay ve son olarak Mehmet Deniz Öcal’ın çevirileriyle– peş peşe yayımlanabildi.
Terry Eagleton, İngiliz Romanı (English Novel: An Introduction) üstüne incelemesinin sonlarında İngiltere’de romanın birinci sınıf örneklerinin, 1950’lerden sonra, Britanya doğumlu olmamakla birlikte dekolonizasyon devrinde Britanya’ya yerleşmiş eski sömürge uyrukları tarafından yazıldığını ve bunun İngiliz edebiyatında bir çeşit melezleşme ve dışa açılma anlamına geldiğini söyler. 20. yüzyıl başlarına kadar –Joseph Conrad gibi birkaç istisna dışında– anadili İngilizce olmayan yazarların Britanya edebiyatında öne çıkması pek görülmüş bir şey değildi. Ama 1950’lerden itibaren Salman Rushdie, Kazuo Ishiguro, V. S. Naipaul, İngilizce birinci sınıf romanlar yazdılar. Bu nedenle alanında önemli bir kaynak olan Oxford English Literary History’nin (Oxford İngiliz Edebiyatı Tarihi) son cildi “İngiliz Edebiyatının Uluslararasılaşması” başlığını taşır.
Gurnah’ın kıtası Afrika bu “son fasıl”ı sürdüren yazarlarla doludur: Chinua Achebe, Wole Soyinka, Nadime Gordimer, Nureddin Farah, J. M. Coetzee, Ngugi wa Thiong’o vb. Bu yazarların hepsi post-kolonyal devirde, yani kolonyalizmin Afrika’dan geri çekiliş evresinde eserlerini İngilizce ya da Fransızca yazdılar. Hepsi çok-dilli bir kıtaya doğmakla birlikte dünyaya en kolay açılabilecekleri dillerde ve ülkelerde yazmayı –bir aşağılık duygusu duymadan– tercih ettiler.
Gurnah’ın doğduğu Tanzanya (daha sonra içinden Zenzibar ve Tanganika’yı çıkartmıştır) 1961’e kadar bir Britanya kolonisiydi. İrili ufaklı 120 farklı etnisitenin yaşadığı bu Doğu Afrika coğrafyasında Gurnah, anadili Svahili dışında Arapça ve İngilizce öğrenmiş; kolonyal dönemin hâlâ canlı kalıntıları olan gezginlerle, tüccarlarla, denizcilerle, göçmenlerle tanışmıştır. Gurnah romanlarına oradan oraya göç eden karakterler ve beraberlerinde götürdükleri hikâyeler bir devingenlik katar. Terkediş’te bir İngiliz olan Martin Pearce, Afrikalı yerlilerle Arapça konuşur; Afrika’dan İngiltere’ye göçen Raşit –Gurnah’ın kendisi gibi– bir İngiliz edebiyatı profesörü olur.
Gurnah, genellikle, edebiyatta “kolonyalizme karşı mücadele” gibi ajitatif tutumlar almaz. Karakterlerinin dile getirdiği sosyal eleştiriler dengeli ve tutarlıdır. İngiltere’deki ayrımcılık ve ırkçılık kadar Afrika’nın baskıcı yerli geleneklerini, kadınların ve çocukların uğradığı suiistimalleri de eleştirir. Kumdan Yürek’te Shakespeare’in Kısasa Kısas’ı Afrikalı bir Lord Angelo eşliğinde Zanzibar’a uyarlanır; İngiltere’de derisinin renginden ötürü sevgilisinin ailesi tarafından dışlanan Afrikalı gencin dramı ne kadar acıysa, Zanzibar’da haksız yere hapse tıkılan erkek kardeşini kurtarabilmek için bir yerel politikacıyla yatmak zorunda kalan Afrikalı kadının dramı da öyledir. (Bir başka göçmen Eric Auerbach, “kendi anavatanını sevimli bulan kişi hâlâ yolun başındadır” diyerek kendi memleketine eleştirel bakabilmenin değerini hatırlatmıştı.)
Gurnah’ın kendisi “Learning to Read”te (Okumayı Öğrenmek) İngiltere’ye yerleştikten sonra İngilizceyle kurduğu ilişkiyi şöyle anlatır:
İngiltere yıllarımda yazmaya başlamıştım… Ayrıca elime geçen her şeyi okuyordum, İngilizce zamanla bana geniş, ferah ve misafirperver bir dil gibi gelmeye başladı. İngiltere’deki ilk yıllarımın acı deneyimlerini yazarken bunların nerede, kimin tarafından okunacağına dair hiçbir kaygı duymadım… Svahili ve İngilizce ile çocuk yaşlarda tanışmamın üstüne bir göçmen olarak İngilizceyi öğrenme deneyimim ilave oldu.1
Bir yabancı dil ve kültürle kurulmuş bir hayli yapıcı bir ilişkidir bu. Afrika ve üçüncü dünya edebiyatında birçok örnekleri olan (Cyprian Ekwensi, Ngugi wa Thiong’o’, hatta Chinua Achebe gibi yazarlarda gözlemlenen) öfkeli ve tepkisel kimlik anlatılarından Gurnah genel olarak uzak durabilmiştir. Onda kolonyal kimlik “sabit”, “mağdur” –ve dolayısıyla daima haklı– bir kategori değildir. Engin bir yaşama sevgisine sahip Gurnah karakterlerinin mağdur olmaktan çok mağrur oldukları söylenebilir.
Gurnah, elli yıldır İngiltere’de olmasına karşın, bütün romanlarında Afrika’nın kolonyal geçmişi ve onun içinde şekillenmiş deneyimleri anlatmayı sürdürdü. Bu, edebiyat açısından verimli bir çelişki sayılabilir: Anavatanından fiziksel olarak uzaklaşan yazarın zihnindeki "memleket resmi" gitgide zenginleşir, yeni –çoğu hayali– anlamlar ve derinlikler kazanır. Gurnah’la benzer bir konumdaki Salman Rushdie bunu bir kayıp hissini telafi etme çabası olarak görür:
“Bizim konumumuzda olan yazarlara, sürgünlere ve göçmenlere bir kayıp hissi musallat oluyor; daha çok parçalanma riskini almak pahasına geçmişin telafisine, onu yeniden inşa etmeye yönelik bir dürtüye esir oluyoruz. Ama eğer geçmişe döneceksek, Hindistan’a fiziksel olarak yabancılaştığımız için kaybettiğimiz şeyi tam anlamıyla yeniden inşa etmenin/geri kazanmanın imkânsız olduğu bilinciyle bunu yapmalıyız… kısacası gerçek şehirleri veya köyleri değil ancak kurmaca ve görünmez olanları, hayalî anavatanları, zihnimizdeki Hindistanları yaratabiliriz.”2
Post-kolonyal edebiyatın (hatta tarihçiliğin) yaptığı tam da bu kolonyal geçmişi kırık bir aynadan göstermektir. Rushdie’nin Geceyarısı Çocukları için söylenebilecek son şey herhalde onun “gerçekçi” bir roman olduğudur. Gurnah ise sürgün ve göç deneyiminin hafızayı güçlendirici bir etkisi olduğuna inanır:
“Evden uzağa seyahat etmek insana mesafe ve perspektifin yanı sıra üslup zenginliği ve özgürlük de kazandırır. Aynı zamanda bir yazarın hinterlandı olan hafızasını güçlendirir. Mesafe sayesinde yazar kendi benliğiyle sıkı sıkıya kenetlenir ve sonuçta hayal gücü serbestçe dolaşabilir.”3
***
Göç ve mülteciliğin bugün dünyayı meşgul eden bir gündem maddesi olması Gurnah’ın Nobel almasının önemli bir nedeni olsa gerek. Gurnah'ın tüm anlatılarında göç ve mültecilik karakterlerin hikâyelerini birleştiren bir asli deneyim olduğu gibi örneğin Son Hediye’nin büyük kısmı bir Mülteci Merkezi’nde geçer. Ama göçün dünya gündeminde önemli bir başlık olması göç hakkında yazan herkesi Nobellik yapmıyor. Edebiyatın kendi parametreleri içinde değerlendirildiğinde, Gurnah asıl olarak 1950’lerden sonra Batı edebiyatında açılmış yeni bir kulvara yaptığı özgün katkılarla, aldığı ödülleri hak eden hikâye anlatıcılığıyla önemli bir yerde duruyor. Kimliklerin etrafındaki tel örgülerin kalktığı, dilsel ve ulusal sınırların kaybolduğu bir dünya umudunu simgeliyor.
1 Abdulrazak Gurnah, Matatu: Journal for African Culture & Society, Nisan 2015, C. 46, s. 26.
2 Salman Rushdie, Imaginary Homelands: Essays and Criticism, 1981-1991, Londra: Granta Books, 1991, s. 10.
3 Abdulrazak Gurnah, “Writing and Place”, Wasafiri 42: 58-60. http://www.tandfonline.com/doi/abs/10.1080/02690050408589910?journalCode=rwas20