Bir Büyük Orman Gibi
Işıl Kurnaz

Yaşar Kemal’in Türkiye Ormancılar Cemiyeti tarafından yayımlanan bir kitabı vardır: “Yanan Ormanlarda 50 Gün”.[1] Kitap, 1950’lerde yurdun birçok yerinde hızla başlayan orman yangınlarını incelemek üzere Cumhuriyet Gazetesi’nin, Yaşar Kemal’i yangın bölgelerinde görevlendirmesi üzerine çıkan, ormancılarla, orman köylüleriyle yapılan röportaj yazılarının bir derlemesi. Ormancılar Cemiyeti, orman yangınları üzerine röportaj yapacak kimsenin isabetle seçildiğini söyler önsözde: “Asıl mühimi yazarın, orman dertlerini kendine dert edinmiş olmasıdır.”

Kitap boyunca, orman işletme müdürleri, orman memurları, orman avukatları, orman köylüleriyle konuşur, onların hikayelerini toplar Yaşar Kemal. Tabii yaptığı şey doğal olarak sadece hikâye toplayıcılığı değildir, onların hikayeleriyle kendini konuşturmaktan daha farklı bir şey yapar Yaşar Kemal. Bir tür anlama teşebbüsü, kesintisiz bir tanıklık, ha yağdı ha yağacak yağmurun izciliği… İnsanla orman arasına, dünyanın girmesine müsaade etmeyen bir doğrudanlık, süreklilik de var tabii öte yandan. Bir yandan ormanların başını bekleyen, bir damla yağmur için sabreden, “ormanı koruyun ki dağın kel, suyun sel olmasın” diyen aracısız bir ilişki.

Ama diğer yandan, Yaşar Kemal’i tutup, insanların neden orman yakmayacağını, ormanları Allah’ın yaktığını anlatan, ormanı sevmenin vatanını sevmek olduğunu söyleyip duran Gök İbrahim’i anlatır. Sonra köylülerden biri araya girer:

“Bizim köylü Gök İbrahim’i neden bu kadar yakından tanır bilir misin? O, çok mahkemeye gider de ondan. Orman yakmak, orman açmak, ağaç kesmek suçundan gider…Her yıl mutlak iki kere orman suçundan mahkemededir. O sana dediği lafları, hep mahkemelerde ezber etmiştir.”

Bu yazının başlığı, Orman ve İnsan’dı. Yine doğrudan ve aracısız bir gerçeklik kurgusu olarak. Ormancılar Cemiyeti diyordu: “İnsanın, ille insanın ormana türlü şekillerde kıymalarını sanki seyredersiniz.” Bu kurgulardan biri, 30 Kasım’da yine bir Resmî Gazete takibiyle gerçek hayata girdi. Sürdürebilirliğe ilişkin Orman Bakanlığı Yol Haritası’nın açıklandığı hafta, Orman Kanunu’nda bir değişiklik yapıldı. Değişiklik, kamu yararı ve zaruret halinin bulunması durumunda ormanlık alanlarda geniş kapsamlı bir yapılaşmaya izin veriyordu. Baz istasyonları, limanlar, boru hatları kurulabilecek, hatta köprülerden, hastanelerden bildiğimiz Kamu-Özel İşbirliği modeliyle, yani hazineden garanti verilerek özel işletmeler için ormanlar üzerinde hak tesis edilebilecek. Yap-işlet-devret modeliyle özel şirketlere yaptırılan tesisler için, hiçbir bedel alınmayacak. Üstelik 49 yıllığına verilen bu izin, izin alanın talebine bağlı olarak 99 yıla kadar uzatılabilecek. Dahası, ormanlık alanda, yine kamu yararı ve zaruret hali bulunması durumunda ilk, orta, lise ve dini eğitim tesisi ile ibadethane kurulmasına izin verilecek.[2] Din eğitimi tesisinin ne anlama geldiğini sormak, bunu tarikatlara ve cemaatlere terk ettiğinizde yurt adı altında içerde nelerin yaşandığını hepimizin bildiğini söylemek, belki fazla bile.

Açık Radyo’da İklim Haber için hazırladıkları programda Barış Doğru ve Bulut Bagatır, içine gömüldüğümüz somut durumların, yol haritası gibi soyut hedefleri arkada bıraktığından bahsediyorlardı, bu kanun değişikliğini anlatırken.[3] Planların, hedeflerin, haritaların, yani soyut olarak hedef olduğu vurgulanan sözlerin, siyasi iktidarın bir tür mecaz dili olabildiğinden. Çünkü o dil, gerçek kelimelerle konuşmaya başladığında, bütün o süslü planların, uygulanma kabiliyetinden yoksun olduğu da açığa çıkıyordu. Bakanlık raporlarının, bürokratik planların, paketlerin, hedeflerin aslında çok şey söyler gibi görünüp, elle tutulur gözle görülür hiçbir şey söylemeyen o altı boş hafifliği de… “Lafın metaforik anlamıyla orman kanunu” diyorlardı programda. Gerçek anlamda bir orman kanunu olsa, metaforik anlamda orman kanunlarıyla iş tutulmazdı sanıyorum. Yaşar Kemal, kitaptaki bir yazısını şöyle bitiriyordu: “Şu ormanlar üzerinde nice menfaatler dönmüş, inanılmaz.” O hikayelerden birini, bir orman avukatıyla konuşmuştu:

“Büyük, zengin orman müteahhitleri vardı. 1937’den önce ormanları dikili olarak devletten alırlar, işler satarlardı. Güney’de bu büyük işti. Çok para getiriyordu. 1945’te Orman İşletmeleri Teşkilatı kurulunca, müteahhitlerin işleri suya düştü. Ama bin türlü hilelerle devam ettirdiler. Tapuları alış tarzları da dikkate değer. Şöyle hudutlar var: ‘Cenuben (güneyde) Emine kızın gelin olduğu yer, şarkan (doğuda) pınar.’ Pınar desen, her yerde pınar vardır. Emine kız nerede gelin olmuştur? Bilirkişiler nerede derse, orada gelin olmuştur. Bilirkişinin insafına kalmıştır. Bilirkişinin insafını size söyleyeyim mi? Bilirkişiler de müteahhidin parayla tutulmuş adamlarıdır. Bu şekilde dalaverelerle efendim, yüzbinlerce metreküp orman kesilip yok edilmiştir.”

Manavgat, Elmalı, Kaş, Fethiye, Silifke ormanları, böyle böyle tapularla yok edilmiş. Ormancılar mücadele etse de çıkarılan aflar, fikri takibi yapılmayan koruma kanunları, fiili olarak terk edilen ormanlık alanlar, tüm bu talanı ve menfaat içtihatçılığını, sistematik ve sürekli bir devlet politikası haline getirmiş. Tanıl Bora’nın ekolojik vatanseverlik bahsinde bir hatırlatmasıydı bu: “İklim krizinin ateşe verdiği dünyada, vatanseverlik düşüncesi, lâf olsun diye değil sahiden evrenselci ve global olmak zorunda.”[4] Çünkü kamu yararı ve zaruret hali denildiğinde, bu bulunduğu kabın şeklini itinayla alan iki torba kavramdan ne kamu ne de yarar çıkar. Çıkan bu yasa, Bülent Tanör’ün Türkiye’de kanunun, gerçekte ne olduğunu söylemesi gibi: “Özgürlüğün ve hukuk devletinin güvencesi olmaktan çok, bunları kısan ve tehdit eden bir unsur.”[5]

Dünyayı nasıl beton çölüne benzetecek olduklarını anlatıyordu Ursula K. Le Guin, Dünyaya Orman Denir’de:[6]

“-Görüyor musun, sen burayı, aslında nasılsa öyle korumak istiyorsun. Büyük bir Ulusal Orman gibi. Bakmak ve incelemek için. Harika, sen bir uz'sun. Fakat bak, işleri bitiren biz sıradan adamlarız. Arz'ın oduna ihtiyacı var, hem de feci şekilde. Bu yüzden ağaç kesimcisiyiz biz."

"-Öyle mi? Bu dünyayı Arz'a mı benzetmek istiyorsun, ha? Beton çölüne?"

Ursula K. Le Guin’in anlatılarından birindeydi, “duruş açısı” anlamına gelen bir jeoloji terimi. Bir tepeninin, yuvarlanmakta olan bir kayanın durmasına imkân veren o açısı, tam da o noktası.[7] Yaşar Kemal’in 1950’lerde yaptığı şey sanırım, bir tür duruş açısıydı: Hem dünyanın içine girip, onun içindeyken, o sarsılırken sözünü söylemek, tavrını bir duruşa eşitlemek, hem de binbir şekle girerek işini her türlü halleden, bir ormana baktığında inşaat ve menfaat gören o talan aklının, bir tepeden yuvarladığı kayayı, ormanın bir noktasında, bir açısını bulup durdurabilmek. 

Siyasal iktidarın, dünyada hiçbir sağlam zemin bırakmadığı bir çağda, belki de en büyük mücadele, duruş açını bulabilmektir. Nerede ve nasıl durduğun kadar, orada neden durduğunu da bilmek. Çünkü en yüksek tepelerden yuvarlanmaya başlayan bir kaya olduğunda, insana ve ormana en çok bir duruş açısı gerekir.


[1] Yaşar Kemal, Yanan Ormanlarda 50 Gün, Türkiye Ormancılar Cemiyeti

[2]Orman Kanununun 17’nci Maddesinin Üçüncü Fıkrasının Uygulanması Hakkında Yönetmelik, https://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2021/11/20211130-3.htm

[3] https://acikradyo.com.tr/orman-kanunu-degisti-kamu-yarari-ve-zaruret-varsa-yapilasmaya-izin-var

[4] Tanıl Bora, Vatan, https://birikimdergisi.com/haftalik/10717/vatan

[5] Bülent Tanör, Türkiye’nin İnsan Hakları Sorunu, BDS Yay, 1990.

[6] Ursula K. Le Guin, Dünyaya Orman Denir, Metis Yayınları.

[7] Ursula K. Le Guin, Yazma Üzerine Sohbetler, Söy. David Naimon, Metis Yayınları, 2020.