Kibrin Siyaseti
Işıl Kurnaz

Türkiye’de idare hukuku araçları kullanılarak inşa edilmiş kararnamesel rejime Tanıl Bora bir “pseudo-anayasal” işlev olarak bakıyordu: “Kararnamelerin anayasanın yerine geçer ya da pseudo-anayasal, gûya-anayasal işlev görür hale gelmesi, desizyonist zihniyetin nişanıdır.” Benzer bir işlevi, Tolga Şirin de anayasa-hükmünde kararname ifadesiyle karşılıyordu.[1] Yani kararnamenin, kendi sınırları ve fonksiyonunu çoktan aşan, yeni bir idari sistemin inşasını mümkün kılan sürekliliği, hızlılığı, mutlaklığıydı burada ifadesini bulan. Türkiye’nin içinden geçmekte olduğu yıllar, yönetimde anayasallığın değil, kararnameselliğin hüküm sürdüğü yeni bir dönemi de imlemiyor muydu?

Türkiye’de OHAL rejiminin keyfiliğini, OHAL’in resmî ve hukuki süresi bitmiş olsa bile fiilî olarak devam ettiğini, bunun AKP iktidarı altında yeni bir süreklilik rejiminin kodlarını içinde taşıdığını söyleyenler yanılmıyordu. Yanılmıyordu çünkü küçük küçük adımlarla yeni bir siyasal sistem, yönetmelikler, kararlar, kararnameler eliyle adım adım örülüyordu. Bunlardan biri OHAL’in son bulmasından sonra yaşandı. OHAL’in hukuk dışılık vaat etmediğini, kendisinin de aslında hukuk sistemi içinde öngörülmüş bir hukuki rejim olmasını gerektiğini biliyorduk. Türkiye örneğinde bu bilgi, teknik ve yanlışlanabilir bir deneyim haline geldi. OHAL bittiğinde kamu görevinden ekli listelerle ya da amir onayıyla çıkarılmanın mümkün olmaması gerekiyordu. Ancak 31 Temmuz 2018’de Resmî Gazete’de bir kanun yürürlüğe girdi. Bu kanun, 375 sayılı KHK’nın 35. maddesini değiştirdi. Bu maddeye göre kamu görevinden çıkarma işlemi; asker, polis veya diğer kamu personellerinin bir daha kamu hizmetine kabul edilmeyecek şekilde kamu görevinden ilişiğinin kesilmesiydi. Bu ilişik kesmenin süresi 31 Temmuz 2021’de doluyordu çünkü üç yıllık bir süre mümkün kılınmıştı. Ancak yapılan değişiklikle bu süre bir yıl daha uzatıldı. Bakan oluruyla kamu görevinden çıkarılma, yani ihraç 31 Temmuz 2022’ye kadar mümkün hale geldi.

Tüm bunlar olurken, bu sürenin son gününde yani 31 Temmuz 2022’de 6 bin kamu görevlisinin ihraç edildiği haberi geldi. Siyasal iktidar, çatlaklardan sızarak bu süreyi son gününe kadar kullanmıştı. Desizyonist zihniyet, nişanını almıştı.

Aynı günlerde, bundan tam bir gün sonra Anayasa Mahkemesi bir kararını yayımladı: Deniz Pelin Dinçer Akan ve Diğerleri Başvurusu. 29 Haziran 2022’de görüşüleceğini AYM takviminden bildiğimiz bu karar, Barış Akademisyenleri’ne yönelik bir tehdidin son aşamasını anlatıyor. Tanıl Bora, isim ve fiilin nasıl bir araya gelip yeni bir tamlama oluşturduğunu, iç içe girişlerin olduğu o güzel yazısında anlatmıştı:

“İhraç akademisyenler” içerisinde de özel bir grup, malûm, “barış akademisyenleri”. 10 Ocak 2016’da “Bu suça ortak olmayacağız” başlıklı bildiriyi imzalayanların önemli bir bölümü üniversiteden ihraç edildi, ayrıca yargılandılar. Malûm, Anayasa Mahkemesi’nin 19 Eylül 2019 tarihinde bildiriyi ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirerek suç olmaktan çıkarmasıyla davalar sona erdi, ancak tamamına yakını hâlâ “ihraç” durumunda, haklarının iadesini bekliyorlar.

Davalar sona ermişti, birçoğu ihraç ya da disiplin cezası aldı. Yani kademe ilerlemesinin durdurulması, uyarı, kınama … Dosyalar çeşit çeşitti, bir hukuki sistemin nasıl öngörülemez olduğunu gösterir nitelikte. Aynı fiili işleyen bir üniversitedeki hoca ihraç edilirken, bir diğeri kınama almış, bir başkası uyarı cezasına çarptırılmış, bazısının kademe ilerlemesi durdurulmuş, bazısına pasaport tahdidi gelmiş, bazısına gelmemişti. Dolayısıyla bu psödo-anayasal rejimde, anayasasının kendisi dahi neredeyse bir psödo-bitki örtüsü olarak idari sistemin kılcal damarlarından bazen görülüyor ama bazen görülmüyordu.

İlginçtir, AYM’nin birinci bölümü oybirliği ile haklarında çeşitli disiplin cezaları olan akademisyenlerin ifade özgürlüklerinin ihlal edildiğine karar verdi. Tamamı Füsun Üstel ve Diğerleri Kararı’ndan sonra yargılandıkları ceza dosyalarından beraat eden bu akademisyenler, kurumlarının takdirine göre bir ceza kataloğundan kendilerine uygun görülen cezayı almışlardı. İdare mahkemeleri, Füsun Üstel kararına rağmen bu disiplin cezalarını onamışlardı. TİHV Akademi’nin Üniversitenin Olağanüstü Hali Raporu’nda Serdar Tekin’in vurgusu, bugün hâlâ geçerli değil mi?[2]

Son bir noktanın altını çizelim. Akademisyenlerin disiplin işlemleriyle ilgili düzenlemenin belki de en çarpıcı veçhesi, hem akademisyenleri devlet memurları ile aynı disiplin rejimine tabi kılması, hem de bu disiplin rejiminin sıralı amir silsilesini yok sayarak YÖK Başkanına herhangi bir üniversitedeki herhangi bir akademisyene doğrudan soruşturma açma yetkisi tanımasıdır. Söz konusu kanun, bu bakımdan tam bir ikili devlet düzenlemesi teşkil eder.

Akademisyenlerin bir metne imza atmaları, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu kapsamında değerlendirildi. Soruşturmalar sonucunda, akademisyenlerden bazıları “hizmet dışında Devlet memurunun itibar ve güven duygusunu sarsacak nitelikte davranışlarda bulunmak", bir kısmı "görevin yerine getirilmesinde dil, ırk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din ve mezhep ayrımı yapmak, kişilerin yarar veya zararını hedef tutan davranışlarda bulunmak", bir diğer grup  ise "herhangi bir siyasi parti yararına veya zararına fiilen faaliyette bulunmak" fiillerini işledikleri için ayrı ayrı cezalandırılmışlardı. Bu davalardan birinde yargılanan ve AYM’nin kendisi hakkında da karar verdiği Barış Akademisyeni bir arkadaşım, bu cezanın verilmesinin değil de verilirken onlara söylenen şeyin ne kadar ağırına gittiğini anlatmıştı. Mealen, “Bizi ayrımcılık yapmakla suçluyorlar, dil, ırk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din ve mezhep ayrımı yapmakla… Biz o bildiriyi, devlet hiç kimseye ayrımcılık yapmasın diye imzaladık,” diyerek.

Barış Akademisyenleri’ne yönelik bu öngörülemez eşitsiz muamelenin nasıl bir boş gösteren olduğunu anlatması bakımından önemli bir ayrım sanıyorum. Çünkü seni, tam da senin karşı olduğunu söylediğin şeyi yapmakla suçluyorlar. Seni, senden daha iyi bildiğini, daha iyi tanıdığını, habis niyetini daha iyi okuduğunu söyleyerek vuruyorlar. Bu bir tür Kibrin Tarihi değil mi? Hani şu İletişim Yayınları’ndan çıkan Ari Turunen’in Sen Benim Kim Olduğumu Biliyor Musun? kitabındaki gibi. Burada “Kendi çevresindeki dünyayı küçümseyen yaklaşımlar çoğu defa büyük devletlerin kaderidir,”[3] diyordu yazar, baktığı o yerden. Devletlerin büyük ve âli menfaatlerinin, kibir iktidarının taşlarını döşemediğini bugün kim söyleyebilir?

Anayasa Mahkemesi’nin Barış Akademisyenleri’ne dair bu kararındaki Bakanlık görüşünü okumuş muydunuz? Akademisyenlere verilen disiplin cezalarının kanuna uygun olduğunu, öngörülebilir olduğunu, bu disiplin işlemlerinin terör örgütleri ve terörizmle mücadele kapsamında kamu düzeni için yapıldığını, gayet orantılı olduğunu falan yazıyordu. Sen şiddet tekelini eleştiriyordun, o seni terörle ilişkilendiriyordu. Sonunda bu disiplin işlemlerinin, toplumsal bir ihtiyacı karşılayan orantılı ve gerekli bir müdahale olduğunu yazarak. Sahiden toplum kimdi? Akademisyenler de o toplumun parçası değil miydi? O metni imzalayan ve imzalamayan ancak fikren siyasal iktidarın zihniyet çeperlerinin dışında düşünenler, artık bu ülkede toplumun bir parçası sayılmıyor muydu? Toplumsal ihtiyaçlar, sadece siyasal iktidarın, adını koyalım AKP’nin toplum olarak gördüğü bir toplumun ihtiyaçlarına göre mi şekilleniyordu? Oranını ve ölçüsünü, o toplumun vasatından mı alıyordu? İktidar bugün, kendi çevresindeki dünyayı küçümseyen ve dünyayı kendinden okuyan, geri kalanı hor gören bir toplumsal politikayla yeni bir toplum inşa etmiyor muydu? Kibrin Tarihi’nde, yine Ari Turunen yazıyordu: “Özgüven, hakikate yaslanıyorsa elbette iyi bir şeydir.” Peki politikacıların, kendi gerçeklik algılarına, kendilerine uymayan şeyleri hor görmeleri, onları inkâr etmeleri, kibrin siyasetine dair bir şeyler söylemez mi?[4]

Evet, belki Anayasa Mahkemesi eliyle olumlu bir karar var gibi görünüyor, peki neden bu mahkeme kararında ifade özgürlüğünden çok, teknik bir değerlendirmeyle iptal edilmiş bir normun akademisyenlere uygulanması tartışılıyor? İnsan hakları hukuku, norm orada iptal edilmemiş olsa bile, var olsa ve uygulanacak bir norm olarak geçerli olsa bile, o normun içeriğine bakmayı, o normu çatlatmayı, o normun çatlaklarından sızmayı da gerektirmez mi? Bugün akademisyenlere yönelik bu çekingen ihlal kararından tutun, siyasal iktidarın kendisine tanıdığı yargılama olmaksızın “bakan oluruyla ihraç edebilme hakkının” (!) son gününde binlerce ihracın yaşanmasına kadar, toplumsal siyasetin içinde nasıl bir kibir siyaseti olduğunu da görmek gerekmez mi?

“Kibir ruh tembelliğidir ve ırkçılıkla aynı mantıkla işler: Varsayılan değerler üzerinden başkalarını daha tanımadan küçümsemek.”[5] Dünyanın, sadece kendisine göründüğü kadarını var zannedenlerin bir yanılsaması olarak…


[1] Tolga Şirin, “Anayasa Hükmünde Kararnameler”, Güncel Hukuk, s. 155.

[2] Üniversitenin Olağanüstü Hali Raporu, Serdar Tekin (haz.), s. 120.

[3] Ari Turunen, Sen Benim Kim Olduğumu Biliyor Musun?, Kibrin Tarihi, İletişim Yayınlaarı, 2022, s. 89.

[4] Turunen, s. 66.

[5] Turunen, s. 72.