Bülent Aksoy’un 2020’de yayımlanan İngilizce etimoloji kitabı gerek içeriği gerekse yöntemiyle epey başarılı bir çalışmaydı. Bizde bu konularda yazanlarda pek rastlanmayan sistematik bir yaklaşımla ön ekler, Yunanca-Latince kökler ve Yunan-Roma mitolojisinden kalma terimler ışığında İngilizcenin etimolojisine eğilen Aksoy, kendi alanında seyrek rastlanan bir eser vermişti. Kitabın İngilizce yazılmış olması da önemli bir medeni cesaret örneğiydi. Bir yığın filoloji bölümünün olduğu Türkiye’de -akademik teamüllere uyma kaygısıyla birbirlerini tekrarlayan tezler dışında- İngilizce, Almanca, Fransızca kitap yazanların sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Aksoy’un kitabı ise rahat, akıcı bir İngilizceyle yazılmıştı.
Aksoy, Eylül ayında İletişim Yayınları’ndan çıkan Etimoloji Işığında-Kelimelerin Dünyasında Gezintiler kitabının önsözünde hedef kitlesinin ilk elde “Batı Avrupa dillerinden birini öğrenmekte olan, dil öğrenirken de söz dağarcıklarını kelime ezberlemeye girişmeden genişletmek isteyen gençler” olduğunu belirtmiş. Ama kitabın tamamı okunduğunda bunun fazlasıyla mütevazı bir hedef olduğu anlaşılıyor. Kitapta yazı çiziyle uğraşan (yazar, çevirmen, editör, okur) herkesin yararlanabileceği, salt yararlı olmaktan öte okura deneme zevki de veren, dilbilimin kural koyucu yönüyle yetinmeyip yaşayan, konuşulan dilin inceliklerini keyifli anekdotlarla aktaran yazılar yer alıyor.
Etimoloji hem kelimelerin tarihini hem de birden fazla dili aralarında karşılaştırma yapabilecek kadar bilmeyi gerektiren bir disiplin. Kelimeleri oluşturan kökleri ve ekleri inceleyen etimologların birden fazla dili en azından okuyacak düzeyde bilmeleri beklenir ve bu kural sadece az bilinen diller için değil çok bilinen, lingua franca olmuş diller için de geçerlidir. Örneğin Norman İstilası’ndan sonra Fransızca kanalıyla Latinceden epey kelime “transfer eden” İngilizcede “abscess,” “accede”, “access”, “cease”, “antecedent”, “concede”, “decease”, “proceed,” “recede”, “recess” gibi bir sıra kelimenin kökü Latince “cede”dir (fiil haliyle “cedere”). Bu yüzden Cambridge ve Oxford gibi üniversitelerde 20. yüzyılın ortalarına dek filoloji öğrencilerine Latince ve Yunanca zorunlu ders olarak okutulmuştur. Ama İngilizcenin etimolojisini “sökmek” için Latince ve Yunanca bilmek yetmez. Eski İngilizce, “Old Norse” adıyla bilinen ve modern İskandinav dillerinin doğduğu eski İskandinavcadan da birçok kelime almıştır: “give”, “take”, “get”, “both”, “sister,” “fellow” gibi. Yaşayan dillerin dokusunda ölü dillerden miras kalmış böyle bir yığın öğe vardır.
Bülent Aksoy, Türkçeye gerek Yunanca, Latince, Fransızca, İngilizce gerekse Arapça, Farsça, Sanskritçeden geçmiş kelimelerin hikâyesini anlatarak diller arasında rahatlıkla dolaşırken kelimeleri oluşturan birimler arasındaki kopuk bağları kurmuş. Öte yandan Aksoy’un kitabının etimoloji ve karşılaştırmalı dilbilimin kapsamını aşan, daha doğrusu bu disiplinlerde uzmanlaşmanın zorunlu koşulu olmayan önemli bir meziyeti var: Etimolojiyle felsefe ve düşünce tarihi arasında kurulmuş isabetli bağlantılar.
Bu tür bağlantıların kurulması Türkçenin etimoloji kitabı yazılırken daha da önemli çünkü Türkiye genellikle bir kavramın içeriği özümsenmeden dilde kendine bir karşılık bulduğu ülkelerden biri. Örneğin son yıllarda yazı hayatımıza “biyo-politika” diye bir kavram girdi ve entelektüellerimizin metinlerinde sıklıkla boy gösterip moda oldu. Ama kaçımız “biyo-politika”nın Türkçe söz dağarcığında özümsendiğini söyleyebiliriz? Bülent Aksoy, Batı dillerinden dilimize girmiş kavramların anlamını yalnız dil değil felsefe düzeyinde de açıklayarak, düşünce hayatımıza değerli bir katkı yapmış. Değerli çünkü kavramların tam olarak anlaşıldıktan sonra dile yerleşmeleri doğru düşünebilmenin anahtarıdır. Kitaptan bununla ilgili iki örnek vereyim:
“Antinomi”, özellikle Batı dillerinden çevrilen düşünce metinlerinde karşılaştığımız kelimelerden biri. Etimolojisi Yunancaya, “kanun, kural, düzen, nizam, yol yordam” anlamına gelen “nomos”a çıkıyor. TDK Güncel Sözlük’te antinominin karşılığı olarak çatışkı denip geçilmiş. Kuşkusuz, bu bir açıklama değil. Felsefe ve düşünce metinlerinde belirli bir anlama gelecek şekilde kullanılan kelimeye “çatışkı” deyip geçmek iletilmek istenen anlamı tam olarak iletmiyor. Etimoloji neden bu işlevi üstlenmesin? Bülent Aksoy, ihtiyacın farkına varmış ve kitaba şu açıklamayı eklemiş:
“Antinomi kendi içinde aynı derecede akla yatkın görünen kanunların, yargıların, önermelerin aralarında gösterdiği çelişki. Kant bu terime felsefi bir anlam kazandırmış. Onun tanımına göre, mantıklı yargılar arasındaki çelişki; aklın kendi içinde zorunlu olarak düştüğü çelişkiler. Birbirini yalanlayan iki önermenin ikisini de doğru sayarsak çatışkıya düşmüş oluruz. Örneğin aynı kuram içinde ortaya konan iki önerme çelişebilir.”
Bir başka örnek “sempozyum” kelimesi. Bugün bu kelime Aksoy’un deyimiyle “birtakım asık yüzlü insanların kürsü gibi bir yere çık[tıkları], herkesin anlayamayacağı birtakım lakırdılar et[tikleri], konuların “akademik” denen kuru kelimeler”den ibaret olduğu “bilimsel” toplantıları anlatmak için kullanılıyor. Ama Eski Yunan’da sempozyum bu anlama gelmezdi; Platon’un “mikrofon”u Sokrates’e, Aristofanes’e, Pausanias’a, Alcibiades’e uzatıp onları aşk, arzu, mutlak güzellik ve felsefî mutluluk üstüne konuşturduğu ünlü eserlerinden Sempozyum,[1] İngilizceye hâlâ “The Symposium” olarak çevriliyor; “feast” ya da “banquet” olarak değil - kitabın bendeki Penguin basımında (Walter Hamilton çevirisi) bu ad tercih edilmiş. Ama Sabahattin Eyüboğlu ve Azra Erhat’ın Türkçe çevirisinde sempozyum, “şölen” olarak çevrilmiş. Bülent Aksoy ilkin “sempozyum”un bugünkü anlamıyla eski Yunan’daki anlamı arasındaki farkı açıklıyor:
Eski Yunanların symposion dedikleri toplantı böyle bir şey değildi. Yunanca symposion “birlikte içmek, işret, işret meclisi” demek. Şu iki birimden kurulu: syn/sym, “birlikte” + pinein, “içmek”. Birer şölendi bu toplantılar. Şölenler genellikle akşam yemeğinden sonra verilirdi (Yunanlar yemek sırasında içki içmezlerdi). Musiki, dans, oyun, benzeri eğlenceler, elbette sohbet, şölenlerin bir parçasıydı. Eski Yunanlar fikir tartışmalarına yiyip içerek, bir eğlenti havasında katılmaktan hoşlanırlardı. Sunulan eğlencelerin niteliği toplantının vesilesine göre değişebilirdi…”
Aksoy, bu açıklamanın ardından ipin iki ucunun (akademik toplantı ve şölen) birleştirilip sempozyum kelimesinin karşılığı olarak “bilgi şöleni”nin önerilmesini çok başarılı bulmuş. “Bilgi şöleni”nin, bilimsel toplantı bildirilerinin basıldığı kitapların bu adla yayımlanmasının dilde tutup tutmayacağını tahmin etmek güç; bana kalırsa “bilgi şöleni”nin yapay, zorlama bir tınısı var ama Aksoy’un kitabında yapılan açıklama sempozyumla şölen arasındaki bağlantıyı gayet doyurucu biçimde kurmuş ve “şölen”in kökendeki anlama bağlı kalarak bir tutarlılık sağladığını ortaya koymuş. Tam da iyi bir etimoloji çalışmasından bekleneceği üzere…
***
Bizde dil tartışmaları ta Ali Suavi ve Ziya Paşa devrine dek gider ve Cumhuriyet’le birlikte öz-Türkçe sorununun baş göstermesiyle sertleşerek devam eder. Sırası gelmişken, şoven bir milliyetçiliğin dışavurumu olmayıp dil tartışmasıyla sınırlı kaldığı sürece öz-Türkçeciliği önemli bulduğumu söylemeliyim. Bir çırpıda yok sayılamayacak kadar değerli, öz-Türkçeci yazarlarımız, edebiyatçılarımız var: Nurullah Ataç, Melih Cevdet Anday, Tahsin Yücel. Cumhuriyet devrinde bir yandan yazarların bireysel çabalarıyla “icat” edilen ya da türetilen kelimelerle, öte yandan kurumların girişimleriyle hazırlanan özleştirme kılavuzları ve sözlükleriyle Türkçeye birçok kelime kazandırıldı ve bunların azımsanamayacak miktarı dile yerleşti. Örneğin bugün “talak” yerine “boşanma”, “niza” yerine “bozuşma”, “hamakat” yerine “bönlük”, “menfaat” yerine “çıkar”, “tesanüt” yerine “dayanışma”, “zelzele” yerine “deprem” kelimelerini kullanabiliyoruz ve bunları kimse garipsemiyor. Öte yandan talak, niza ve hamakat kelimeleri yerine göre neden kullanılmasın? Bülent Aksoy’un belirttiği üzere, tercümanın karşılığı çevirmen olduğu için “duygularıma çevirmen oldunuz beyefendi” diyemiyoruz.
Nurullah Ataç
Cumhuriyet devrinde sertleşen dil tartışmaları bir aşamada tatsız kavgalara, küslüklere yol açmıştı. Orhan Şaik Gökyay’ın Nihat Sami Banarlı hakkında yazdıklarını; Nurullah Ataç’ın “bu” kelimesini lüzumsuz yere kullanan genç yazarlara serzenişlerini hatırlayalım. Ataç ve Anday tanıdığımız birine “biri”, tanımadığımız birine “birisi” dememiz gerektiğinde ısrar edecek kadar ayrıntıcı ve titiz yazarlardı (“takıntılı” da diyebiliriz, çünkü dil duygusu ve duyarlılığı verimli bir “takıntı”dır.) Bu yazarların metinlerinde hep bir sertlik ve kavgacılık, “siyaseten doğruculuğa” itibar etmeyen bir açıksözlülük, doğrudanlık hissedilir. Devrin yazı hayatının ünlü kavgaları hep dil tartışmalarının mecrasında akmıştır.
Son yirmi-otuz yılda bu sertliğin yumuşayıp yerini dille ilgili meselelere daha yapıcı bir biçimde yaklaşan ve dilin kullanım alanına, canlı dokusuna daha çok eğilen bir “inceliğin” aldığını görüyoruz. Necmiye Alpay’ın, Hulki Aktunç’un, sevsek de sevmesek de Sevan Nişanyan’ın kitaplarının buna paha biçilmez katkıları oldu. Saydığım yazarların Türkçe kullanımında kaydedilen ilerlemeden ötürü dil tartışmalarında sertliği elden bıraktıklarını sanmam. Tersine, internet çağında herkesin yazar olmasıyla Türkçenin dokusuna, mantığına uymayan birçok yeni kullanım ortaya çıktı. “Neden olmak”, “dilemek” gibi eskiden kalma yanlışları mumla aratan “söylemlerde bulunmak”lar, “geçtiğimiz günlerde”ler, “umut etmek”ler, “beğeni almak”lar dile yerleşti. Buna rağmen eskinin o hararetli dil tartışmalarının artık olmamasının dil üstüne (ya da Tanıl Bora’nın Zamanın Kelimeleri’yle yaptığı gibi siyasal kavramların tarihi üstüne) yazmanın aydınların bir yan uğraşı olmaktan çıkıp başlı başına bir araştırma alanına dönüşmesinden kaynaklandığı kanısındayım. Bülent Aksoy’un kitabı bahsettiğim araştırma alanına yapılmış önemli bir katkı. Ama yazının başında belirttiğim üzere, kitap bir “etimoloji” araştırması olduğu gibi usta bir denemecinin metinlerine özgü bir okuma hazzı da veriyor.
[1] Eski Yunan’da Xenophon’un da aynı adda bir eseri vardı.