Aynı Dünyanın İnsanları Olmakta Direterek
Işıl Kurnaz

Nurdan Gürbilek söyleşisini okumuş muydunuz? Cana Bostan’ın Punctum Dergi için yaptığı “Denemenin Etikleri” başlıklı o söyleşiyi… Soruları ve cevaplarıyla, denemenin nasıl da katman katman açıldığını, yeni soruları peşi sıra doğurduğunu gösteren bir söyleşi. Denemenin yeni soruların peşinden gidilebilmesine imkân veren ve açık hava alanı sunan bir edebi tür olduğunu anlatıyor bana kalırsa. Ferah feza, ama kılçıklı, ama dolambaçlı bir tür olduğunu. Orada çoğul politika imkanlarını ararken Gürbilek, bir yordamdan daha bahsediyordu, sesini kısmaktan:

“Bir metni okurken onun sesini işitebilmek, oradaki problemin ne olduğunu anlayabilmek için kendi sesimizi biraz kısmamız gerekir. Aksi takdirde kendi çoktan vardığımız doğrulara kanıt aramak üzere okuruz ya da çoktan oluşmuş bir kuramı pekiştirmek üzere metni yağmalarız. Aynı doğrularla başlar, aynı doğrularla eve döneriz.”

Kendi sesimizi biraz kısmadığımızda, o açık mesafeyi biraz oraya koymadığımızda, çok fazla politik gürültünün içinde bir enformasyon balonu gibi şiştiğimizde, çoktan vardığımız doğruların sağlamasını yapmak üzere okuyorduk. Bu sadece deneme ya da metin okumaları için geçerli değil aslına bakarsanız, haberler, bilgiler, davalar, insan hakları hikayeleri, gün günden bir yağma haline gelen son dakikalar da bununla ilgili. Tüm o büyük cümlelerin, kocaman spotların altındaki haberlere maruz kalırken, onları soğurmaya önceden verili ve yüklü bir bagajla başlıyoruz. Kendimizden çoktan emin, şüphenin düşünmeye patikalar açan yolundan çoktan feragat etmiş, zaten halihazırda varmış olduğumuz doğruların sağlama işlemi olarak yola devam ediyoruz, sesimizi kısma ve biraz olsun içimizdeki mesafeyi koruma ihtiyacı duymadan…

Bütün bunları bana düşündüren şey, çok yüklü bir meseleydi: İşkence ve eziyet. Birkaç gündür twitter’da dolaşan, haber sitelerinin aldığı bir görüntü dikkatinizi çekmiştir. Meksika’da geçtiği iddia edilen olayda, hırsızlık yaptığı iddia edilen bir çocuğa polisin yaptığı işkence görüntüleri, sopayla çocuğun dövülmesi. İnsanı ortadan ikiye bölen yakıcılıkta görüntüler. Altındaki yorumun çoğu, bunun ne kadar acımasız, ne kadar kabul edilemez olduğu, polisin görevinin yargılamak değil yakalamak olduğu yönünde şeyler. Görüntülerin Türkiye’de de bir skandal yarattığını söylemek mümkün değil tabii… Bir sebebi uzak bir coğrafyada gerçekleşmiş olması, bir başka sebebi ise skandalın artık bizim için de epey uzak bir iklim olması. Tanıl Bora, skandalın imkansızlığını, yitikliğini şurada anlatmamış mıydı?

Ama tüm bu görüntüler, aslında uzak bir coğrafyaya ait diyemeyeceğim sistematik işkence ve eziyet iklimiyle de bağlantılı. Çünkü görüntülerini izlediğimiz, haberlerde ve akışta gördüğümüz o videodaki kadar bir başka çocuğa eziyet vakası aslında tam da burada, Mersin’de yaşandı. 9 Kasım 2022’de yayımlanan bir Anayasa Mahkemesi kararıyla öğrendik. 2005 doğumlu bir çocuk, 2013 yılında yani 8 yaşındayken Mersin’de Siteler Polis Merkezi’nde kurulmuş internet ve çalışma odalarına ders çalışmaya gidiyor. Çocuklar için yaratılan kamusal alanın polis merkezlerinin içinde olması projesini de bir kez daha düşünmek gerekiyor tabii. Çocuk, bahçede bir yaşıtıyla kavga ederken bir polis tarafından uyarılıyor. Uyarıyı dinlemeyip polise cevap verince de 10 gün hastanede yatmasına sebep olacak kadar büyük bir eziyet görüyor. Çocuğun kafasının demire vurulduğu, eve gittiğinde annesine “Kafam büyümüş mü?” gibi sorular sorduğu, olayı hatırladığı, rüyasında gördüğü, polis görünce korktuğu, tek başına yatamadığı, unutkanlık yaşadığı, duygu durumunun depresif görüldüğü, fiziksel yaralarının basit bir müdahale ile giderilemediği, travma sonrası stres bozukluğu yaşadığı gibi uzun süreli etkiler dava dosyasında yazanlardan birkaçı. Kamera görüntüleri silinmiş olduğu için görüntüler bulunamıyor. Diğer polisler, söz konusu polise çocuğu bırakmasını söylese de polis, çocuğu ekip arabasının arka tarafına götürüyor ve çocuğun kafasını, ekip aracının içindeki demir korkuluklara vuruyor. Daha sonra polis merkezinin çay ocağında tokat atıyor, çaydanlıkla darbediyor. Annesi geldiğinde çocuk soyunuk ve üzeri ıslak şekilde bulunuyor. Anneye verilmiyor. “Siz gidin biz biraz bilgisayar oynayıp eve getiririz.” denilerek anne gönderiliyor. İki saat sonra çocuk eve geldiğinde, üzerindeki morluklar ve beyanlarından ötürü hastaneye götürüyor ve süreç bu şekilde dosya kapatılamadan yargı makamlarına ulaşmış oluyor.  

Polis memuru hakkında işkence suçundan kamu davası açılsa da işin cezasızlık boyutu çok daha yakıcı çünkü tüm bunları yapan ve “öfkesine hakim olamayan” polis memuru, sadece 4 ay uzaklaştırma cezası alıyor ve o uzaklaştırma için bile hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararı (HAGB) veriliyor yani polis esasen hiçbir ceza almıyor. Anayasa Mahkemesi, polis hakkında hiçbir yaptırımı olmayan HAGB kararı verilmesinin, eziyet yasağını ihlal ettiğine karar veriyor. Bu şu demek, işkence ve kötü muamele ile mücadele ediyorsanız, bunu yapan insanlara daha düşük nitelikli suç kategorilerinden ceza verip sonra da hükmü açıklamayarak cezasızlığın yollarını açamazsınız. Çünkü o cezasızlığın bedeli, hiçbir eziyet ve hiçbir işkence dosyasının artık sorgulanmaz, yargılanmaz olmasıdır. Dosyalar cezasızlığın verdiği o kolluk gücüyle itinayla kapatılır. Kurumları yıpratmamak ve korumak bahanesiyle sahte bir mesleki dayanışma sergilenir, o mesleki dayanışmanın apaçık suç ortaklığı olduğunu bildiğiniz halde. Yani o ağın içinde birileri olarak çoktan sahip olduğunuz doğruları kanıtlamak için, henüz işin en başında ne yapmanız gerektiğini bilirsiniz: Çocuğu ikna ederek dosyayı kapatmak, işkence ve eziyetten açılmış kamu davasını kasten yaralama suçuna dönüştürüvermek.

Yargılama makamları için gerekli bir açının kendisini söylemek gerekiyor: Olayla aranıza bir mesafe koymadığınızda, içinizdeki devletin sesini kısmadığınızda, hakikate ulaşmak imkânsız hale gelir. İnsan hakları yargılamaları için Rıza Türmen’in sıklıkla vurguladığı bir şey var. Mealen şöyle söylüyor: İnsan haklarını savunmak için devletle aranızdaki göbek bağını kesmek zorundasınız.

Bugün, bu ülkenin bir yerinde 8 yaşındaki bir çocuk kafası defalarca demir korkuluklara vurularak, çaydanlıkla darbedilerek bir polis merkezinde işkence görüyor. “Türk polisi işkence yapmaz”, “İşkenceye sıfır tolerans” nidaları dolaşıyor. İnsanı ortadan ikiye bölen hiçbir haber skandal olamıyor. Büyük harflerle kurulmuş cümleler saniyeler içinde küçük harflere dönüşüyor ve siliniyor. Bugün, Meksika’daki çocuğa eziyet videosu defalarca önümüze düşüyor, bugün henüz şuracıkta oluverdiğinizi öğrendiğimiz olay hiçbir haber değeri taşımıyor.

Bérengère Cournut, Taştan ve Kemikten romanında genç bir Eskimo kadının hikayesini anlatıyor. Şiddetten ve eziyetten geçmiş ama yine de yola çıkmaktan imtina etmeyen bir kadının. “Ben de ortadan ikiye bölünmüş haldeyim. Ufukta iyi günler belirmiyorsa, yaşamının ne anlamı var?” diyor önce kendi kendine. Ve sonra başka insanları, başka dayanışma ağlarını, başka kadınları, başka çocukları, başka sebat noktalarını buluyor ve onlara sesleniyor: “Sanki bundan böyle, diğerleri fark etmese de aynı dünyanın insanlarıyız.”[1]

“Günü köpürten ünlemler altında, rezilliklerin bir skandala dönüşemediği bir vasatta, beklenen infiallerin eksikliğinden dolayı infialine kapılmak yerine sebat etmekten başka çare var mı?” diye soruyordu Tanıl Bora, atanamamış skandallar için. Belki de Eskimo kadınının sesine, böyle bir yerden kulak vermeliyiz, tabii kendi sesimizi ve gürültümüzü kısarak: Yani bundan böyle, aynı dünyanın insanları olmakta direterek.


[1] Bérengère Cournut, Taştan ve Kemikten, Can Yay, Çev. Ekin Özlü Akseki, s.38.