Dünyada (Hâlâ) O Hayalet Dolaşıyor: ABD’nin Irak’ı İşgali
Evren Balta

Mart 2023 ABD’nin Irak’ı işgalinin 20. yılı. Bu işgal bütün dünyayı ama özellikle Türkiye’nin de içinde bulunduğu coğrafyayı radikal bir biçimde değiştirdi. Kendisinden sonra gelen isyanların, iç savaşların ve hatta belki de Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin taşlarını ördü.

Son 20 yılda yaşadığımız bütün olağanüstü alt üst oluşları sadece bu işgale bağlamak mümkün değil. ABD’nin Irak’ı işgali kendi başına bir başka kritik eşik olan ve dünyayı eşi benzeri görülmemiş bir biçimde değiştiren 11 Eylül saldırıları ve o saldırıların ön ayak olduğu Afganistan işgali ile birlikte değerlendirilmeli. Ancak hem işgalin gerekçelendirilmesi hem ABD’nin Irak’ta yürüttüğü savaşın niteliği ve hem de çekilme biçimi üzerinden ABD’nin Irak’ı işgalinin tüm dünyayı başka bir patikaya soktuğunu söylemek mümkün.

İşgalin Gerekçesi

ABD Irak’ın işgalini tek temel varsayım üzerine inşa etti: Irak’ın kitle imha silahlarına sahip olması ve gizli bir nükleer program yürütmesi. Bush hükümetine göre Irak şer ekseni olarak tanımlanan devletlerin bir parçasıydı ve Saddam Hüseyin’in devrilmesi ABD’nin 11 Eylül sonrası yürüttüğü teröre karşı savaşın en gerekli hamlesiydi. Daha işgal başlamadan aslında bu gerekçelerin bir bahane olduğu, asıl hedefin yeni muhafazakarların (neocon) uzun süredir gündemi olan ABD’nin bölgedeki stratejik kaynaklara ve özellikle petrole erişimi ile ilişkili olduğu çokça yazıldı (örneğin dönemin en çok okunan erken çalışmalarından biri David Harvey’in “Hepsi Petrol İçin/All About Oil” olacaktı.)

İşgal 11 Eylül sonrası dönemde George W. Bush yönetimdeki ABD’nin yeni güvenlik doktrinine de uygundu. Bu doktrine göre askeri operasyonların sadece savunma amaçlı olması yeni oluşan küresel güvenlik parametreleri açısından yeterli değildi.  Terör çağında asıl olan önleyici güvenlik olmalıydı. Yapılması gereken saldırı sonrasında kendini savunmak değil, olası saldırıları daha saldırılar olmadan önce tespit etmek ve bu saldırıları gerekirse askeri yöntemler kullanarak önlemekti.

Önleyici güvenlik doktrini sadece ABD’nin “haydut devletler” kategorisinde gördüğü egemen devletleri işgal etmesinin önünü açmadı, aynı zamanda teröre karşı savaş adı altında bütün devletlerin temel insan haklarını radikal bir biçimde daraltmasına zemin hazırladı.  İşkence, zorla alıkoyma, savunma hakkından mahrum bırakma gibi hukuk dışı ve keyfi yöntemler yaygınlaştı. Liberal demokrasilerin beşiği olan ülkeler hukukun üstünlüğü ilkesinden (rule of law) hukukla yönetme ilkesine (rule by law) geçtiler. Bugün hâlâ küresel olarak deneyimlediğimiz demokratik geri çekilmenin kökleri de de bu dönemde atıldı.

Kısa Sürecek bir Zafer Beklentisinden Uzun Süren Bir Savaşa

Irak’ın işgalinde ABD hükümeti hızlı ve kolay bir zafer bekliyordu. Saddam rejimi altında ezilen Irak halkının kendilerini bir kurtartıcı olarak göreceğini, ayaklanacaklarını ve ABD’nin tek işinin Saddam’ı iktidardan devirmek için gereken itici gücü Irak halkına vermek olduğunu varsayıyorlardı. Irak ordusu ile karşılaştırılamayacak bir güce sahip ABD ordusu müttefikleri ile birlikte Irak ordusunu kolayca alt etti. İşgalden çok kısa bir süre sonra ABD güçleri ve Iraklı siviller Bağdat meydanında Saddam Hüseyin'in heykelini yıkacaklardı. 1 Mayıs'ta Bush, USS Abraham Lincoln uçak gemisinin güvertesinde "Görev Tamamlandı/Mission Accomplished" yazan bir pankartın önünde bütün dünyayı selamladı.

Ancak Irak savaşı henüz yeni başlıyordu. Tamamlandığı iddia edilen bu görev kısa zamanda destansı bir yenilgiye dönüştü. Savaş ABD’ye yönelik büyük bir direnç oluşturdu. Saddam rejiminin ardından gelen güç boşluğu ve ABD’nin Sünni ağırlıklı Saddam rejiminin yerine Şii liderliğindeki bir hükümeti desteklemesi, savaş sonrası yeniden inşaya dair herhangi bir planının olmaması, ABD askerlerinin yaptığı olağanüstü hak ihlalleri ABD ordusunun da bir taraf haline geldiği uzun süren bir iç savaşa ön ayak oldu. Başka bir ülkenin hükümetini devirmek ve ülkeyi işgal etmek ABD’nin (ya da herhangi bir başka ülkenin) tahmin veya planlama kapasitesinin çok ötesinde sorunlar doğurdu.

ABD Irak’tan bu sorunların hiçbirisini çözememiş ve Suriye’den Yemen’e bölgesel pek çok başka savaşı tetiklemiş olarak 2011 yılında askerlerini çekti. Savaş arkasında rakamları kesin olarak tahmin etmek imkânsız olsa da yüz bin ila bir milyon arasında kişi arasında ölü, milyonlarca yaralı bıraktı (sivil ölümleri savaşın ilk gününden beri takip eden önemli bir proje için Irak Ölü Sayısı/Iraq Body Count websitesine bakılabilir).

Muhalefet Radikalleşiyor

Irak'taki ABD işgaline karşı çıkan Sünni ağırlıklı isyancı gruplar, Şii ağırlıklı yeni siyasi düzene ve Amerikan işgaline karşı ciddi bir direniş örgütlediler. ABD’nin Saddam Hüseyin’e olan sadakati Sünni-Şii ayrımı üzerinden okuyarak Şii gruplara yeni düzende daha büyük rol vermesi ve işgalin ilk yıllarında daha çok ulusal bir karakter içeren işgale karşı direnişi Sünni bir direniş olarak adlandırması da Sünni grupların direniş içerisinde ön plana çıkmasına katkıda bulundu. Irak'taki mezhep çatışması, bölgesel güç mücadeleleri ve vekalet savaşlarıyla da alevlendi. ABD’nin ilerleyen yıllarda en azılı düşmanı olacak IŞİD, Irak'taki Sünni direnişin içerisinden filizlendi.

IŞİD her şeyden önce hem kurumsal hem de ideolojik olarak kendi varlığını bölgedeki ABD gücüne ve ABD eliyle yürütülen teröre karşı küresel savaşa borçluydu. Irak işgali “Müslüman ezilmişliği” kimliğinin örgütlenmesi için inanılmaz bir fırsat yarattı. Bu kimliği, radikal İslamcı örgütlerin tekelinden çıkarıp, sıradan insanın hayatının bir parçası yaptı ve bu kimliği en iyi örgütleyen radikal İslamcı örgütlerin tabanını genişletti. Aynı dönemde Şii-Sünni iç savaşı fikri bölgesel güçler tarafından da anaakım bir söylemsel araç olarak kullanılmaya başlandı.  Bu söylem, hem bölgesel güçlerin savaşa müdahalesine meşruiyet kazandırdı hem de şiddetin devam etmesinin önemli mekanizmalarından biri haline geldi.

2003 işgali, Kürt meselesini de başka bir boyuta taşıdı. Bir yandan işgal Kürtlere önemli bir özerklik alanı açtı.  Kuzey Irak'taki Bölgesel Kürt Yönetimi (KBY), kendi hükümeti, ordusu ve petrol endüstrisi ile fiilen özerk bir bölge haline geldi. Öte yandan, artan özerklik hem Kürtler ve merkezî Irak yönetimi arasında bir gerilim yarattı, hem de Türkiye gibi diğer bölge devletleri için Kürt meselesinin etnopolitik bir sorun olduğu kadar jeopolitik bir sorun haline de gelmesine neden oldu (bu durumun Suriye savaşı ile nasıl daha da karmaşıklaştığına dair Mesut Yeğen’in analizi okunabilir).

2011 Arap isyanları ile bölgede Irak savaşı ile hareketlenmiş sekteryan ve etnik fay hatları tümüyle harekete geçecek, Irak savaşının yarattığı iç bölünmelerin diğer devletlere sıçramasının ve ulusal yanı güçlü olan bölgesel bir savaşın zeminini hazırlayacaktı.

Amerika’nın Prestiji Yerle Bir

Irak işgali ABD’nin küresel algısını da yerle bir etti. Son derece sorunlu ve doğrudan ABD’nin çıkarları ile ilişkilendirilen işgal kararı Ortadoğu’da ve Müslüman çoğunluk nüfusa sahip ülkelerde Amerikan karşıtlığının bugün hâlâ azalmayan ciddi bir siyasi güç kazanmasına neden oldu. Geleneksel ABD müttefiki olan ülkeler bile ABD’nin işgal kararı alırken kendi son derece geçerli itirazlarını dinlemediğini, tek taraflı hareket ettiğini iddia ettiler. Bu durum ABD’nin bir müttefik olarak bencil, kendi çıkarına odaklı, farklı devletlerin ulusal güvenlik endişelerini dikkate almayan bir büyük güç olduğu fikrini güçlendirdi.

Batı dışı pek çok devlet ABD’nin bu tek taraflı hareketini küresel hegemonik güç olması ile alakalı gördü. Küresel sistemin ve bizzat ABD eliyle yönetilen uluslararası liberal düzenin temel kurallarının böylesi tek taraflı bir biçimde ihlal edilmesi küresel istikrar için ABD gücünün dengelenmesi gerektiği yönündeki talepleri kuvvetlendirdi. Bugün Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinde benzer taleplerin sıklıkla dillendirilmesi ve hatta Ukrayna’nın işgalinin mümkün ve kabul edilebilir görülmesinin tam da bu işgal kararının yarattığı küresel mirasla ile ilişkili olduğu rahatlıkla söylenebilir.

Üstelik ABD’nin Irak’ı işgal ederken kullandığı en önemli gerekçe demokrasi, özgürlük ve insan haklarıydı. Otoriter rejimlerin küresel sistemde bir güvenlik sorunu olarak görülmesi dönemin yaygın inançlarındandı. Ancak ABD’nin Irak işgali sırasında gerçekleştirdiği ağır insan hakları ihlalleri, sivil ölümleri ve Ebu Gureyb hapishanesindeki işkence görüntüleri “demokrasi promosyonunun” sadece bir meşrulaştırma aracı olduğu iddiasını katılaştırdı.

Savaş İsteksizliği

Bütün bunlar kadar önemli bir başka faktör ise ABD’nin hızla kazanmak ümidiyle girdiği bir savaşta yaşamış olduğu büyük başarısızlıktı. Bu başarısızlık ABD ordusunun imajına ve ABD gücüne, tıpkı Vietnam savaşında olduğu gibi, ciddi bir zarar verecekti. Irak savaşı ABD ordusunun ve savaş taktiklerinin modernizasyonu gündemini merkeze taşırken, güçlü ordular ile savaşan muhalif hareketlerin de askeri menülerini radikalleştirdi, intihar saldırıları gibi asimetrik taktiklerin kullanılmasını yaygınlaştırdı. Örneğin Irak'ta 2003 yılına gelene kadar sıfır (0) intihar saldırısı varken, bu tarihten sonra dünyada en fazla intihar saldırısı olan ülke Irak olacaktı.

Üstelik Irak savaşı demokratik kamuoylarının ülkelerin asker kayıplarına ve savaşların uzamasına pek tahammülleri olmadığını gösteriyordu. Savaş uzadıkça (yine herhangi bir savaşta beklenebileceği gibi) ABD halkının savaşa desteği de azaldı. Savaş başlamadan önce %65’lere varan savaşa destek, savaşın ilk döneminde %75 oranına çıkacak, savaş uzadıkça %50’lerin altına inecekti.

Savaş başlangıçta bir ulusal mobilizasyon olarak başlamış, ancak gün geçtikçe ABD siyasetinin en kutuplaştırıcı konularından biri haline gelerek, bugün hâlâ ABD siyasetine rengini veren kutuplaşmayı derinleştirmişti. Ocak 2007'de Bush "ileriye doğru yeni bir yol" dediği bir stratejiyi tercih etti ve Irak’a 20.000'den fazla ek ABD kuvvetinin konuşlandırılacağını açıkladı. Ciddi bir itirazla karşılaşaşan bu yeni strateji Obama liderliğinde Irak’tan çekilme sözü veren Demokrat Parti’nin seçimi kazanmasında önemli bir faktör oldu.

Çekilme: Bir İleri Bir Geri

Uluslararası sistem için bir devrin sonu 2008 krizi ile birlikte geldi. Krizin temelde uluslararası statükonun merkezini vurmuş olması, ABD’nin (farklı biçimlerde de olsa AB ülkelerinin) küresel taahhütlerinin azalmasına/çözülmesine neden olacaktı. 2008 Aralık ayında Irak ve ABD hükümetleri arasında yapılan görüşmeler sonucunda imzalanan antlaşma ile ABD Irak’taki bütün askerlerini 2011 yılı sonuna kadar çekeceğini taahhüt etti. Obama doktrini Amerikan askerlerinin uzak coğrafyalardaki yüksek maliyetli (hem askeri hem iktisadi açıdan) varlığını sona erdiriyor, askerleri uzaktan kumanda ile idare edilen “insansız uçaklar” ikame ediyordu.

ABD’nin hiçbir biçimde bölgenin sorunlarına başat bir aktör olarak doğrudan dâhil olmayı tercih etmeme eğilimi, Suriye krizinde de devam etti ve ABD gücünün küresel algısını doğrudan etkiledi.

ABD’nin Irak travmasının ve 2008 krizinin bir sonucu olarak Ortadoğu’dan çekilmesinin yarattığı boşluk ise bölgesel aktörlerin önünü olağanüstü bir biçimde açtı ve bölge pazarlığa yeniden açılan “güçler dengesinde” kendisine yer kapmaya çalışan bölgesel/küresel aktörlerin savaş alanı haline geldi.

Kısacası ABD’nin Irak’ı işgali sadece Irak ile ilgili değildi hiçbir zaman ve etkisi de sadece Irak ile sınırlı kalmadı. Demokrasiden, küresel güçler dengesine, Suriye savaşından Ukrayna savaşına kadar bütün bir dünyayı alt üst etti, tüm değerler ve çıkarları yeniden yazdı.

Bugün bu işgalin yirminci yılındayız ve hâlâ bu korkunç yanlış kararın yarattığı devasa sorunlarla uğraşıyoruz. Üstelik Rusya’nın Ukrayna’yı işgali gibi benzer bir korkunç yanlış kararın ışığında bunu yapıyoruz.