Tanıl Bora’nın Demirel Biyografisine Dair Notlar
Barış Özkul

Tanıl Bora’nın Süleyman Demirel biyografisi son zamanlarda okuduğum en başarılı çalışmalardan biri. Bora’nın iyi bildiği bir alanda dolaştığı kitabın hemen her sayfasında hissediliyor. Demirel’in hayatına ve şahsiyetine yönelik ilgisi Türkiye’nin siyaset tarihine ve toplumsal sınıflarına dair derin vukufuyla, Cumhuriyet’in belli başlı siyasi figürlerine (Erbakan, Ecevit, Türkeş, Bayar, İnönü, Özal, Bilgiç vd.) ilişkin karşılaştırmalı analizleriyle birleşiyor. Büyük yazarlara ve sanatçılara bir magnum opus yakıştırma alışkanlığı vardır öteden beri (sanki yapıtlar arasında hiyerarşik bir sıralama yapmak zorunluymuş gibi.) Bunu sürdürecek olursak, Demirel’in Cereyanlar’la boy ölçüşebilecek çapta olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Yazarlığın, araştırmacılığın gitgide “kısa yazmak”la, sözü uzatmamakla, sayısal veri analistliği ve “anketçilik”le özdeşleştirildiği; görselliğin sahih düşünceye galebe çaldığı bir çağda Tanıl Bora’nın kitabı müstesna bir yerde duruyor. Tarihi kişilikler karşısında yergi ya da methiye kültürünün yaygın olduğu bir toplumda, uzun süre tercüme-i hallerle idare edegelmiş bir yazı geleneğinde bu eser özel bir takdiri hak ediyor.

***

Demirel biyografisi aynı zamanda Süleyman Demirel etrafında yazılmış bir nevi siyasî tarih olduğu için kitap hakkında daha isabetli değerlendirmeleri siyasetbilimciler ve tarihçiler yapacaktır. Burada özellikle önemli bulduğum, Demirel’in şahsiyeti, fikirleri ve hadiselerin içinden sıyrılabilme becerisini aydınlatan birkaç yönüne dikkat çekmek isterim. Bunların başında sanırım onun mesleki formasyonu, mühendisliği geliyor. Türkiye sağının Demirel dışında Turgut ve Korkut Özal, Erbakan gibi figürlerinin mühendislikten geldikleri; mühendisliğin pratik becerilerini devlet aklına “monte ettikleri” bilinir. Dindar-mühendis-siyasetçi tipolojisi 20. yüzyılın merkez sağ siyasetinde (ve Milli Görüş çizgisinde) etkili olmuştur ve Cumhuriyet’in kurucu ideolojisinde önemli bir fikri kaynak olan Ziya Gökalp’in medeniyet-hars ayrımıyla da geniş planda tutarlıdır (bugün Recep Tayyip Erdoğan’ın “Tekno-Fest gençliği” şiarıyla işaret ettiği ufuk çizgisi bunun bir devamıdır).

Tanıl Bora, Demirel’in mühendisliğine kitabın ikinci bölümünde ayrı bir başlık açmış. Demirel, daha 1950’lerde “vatan yapma” misyonundan bir mühendislik atılımını, imar ve bayındırlık faaliyetlerini anladığını şöyle ifade etmiş: “Bir vatan yapmak ve bu vatana sahipliğimizin işaret taşlarını dikmek, ancak eserler meydana getirmekle mümkündür.”[1] Bora, meslek bilgilerine fazla gerek duymayan, teknokrat-yönetici mühendis profilinden farklı olarak Demirel’in mühendisliğinin hem mesleki liyakati önemseyen hem de “yapmaya, icraata, uygulamaya, pratiğe adeta aşkla bağlı” bir pragmatizmin yalın ifadesi olduğunu vurguluyor. Bu pragmatizm Demirel’in mühendislikten aldığı neredeyse mahrem bir hazla birleşiyor: “Şantiye yavaş yavaş hızını alır, kulağım bu gürültüyü alır…” “Yapınız. Büyük yapınız. Yaptığınız konuşur. Onun sesi çıkar…”

Demirel’in “bir ülkeyi, bir toprağı vatan yapma mücadelesinde en değerli mesleklerden biri olarak gördüğü” mühendislik ethosu bir tür kalkınmacı-bayındırlıkçı milliyetçiliğin akıntısına karışır. Onun “hürriyet”ten sonra en fazla kullandığı iki kavram "yatırım" ve "kalkınmadır.”[2] Meşhur (Tanıl Bora’nın üstünde epey durduğu ve zengin örneklerle altını çizdiği) lakonizmi de –şüphesiz sadece ondan mütevellit olmasa da– mühendis aklından, sorunlar karşısında pratik çözümler üretebilme, hadiselerin içinden başarıyla sıyrılabilme becerisinden beslenmiş, onunla bilenmiş olmalıdır.

Bora yine bu bölümde Demirel’in mühendislik öğrencisi olduğu yıllarda Nakşibendi şeyhi Abdulaziz Bekkine’nin sohbetlerine gittiğini anlatırken Bekkine’nin “hendese imana götürür” düsturunu aktarıyor. Bu da Demirel’in modernlik anlayışının sınırlarına ışık düşürmesi bakımından önemli. Süleyman-Nazmiye Demirel çiftinin erken yıllarındaki hayat tarzına dair ayrıntılar yine tanıdık bir sınırlı modernlik anlayışını, Tanzimat’tan beri bilinegelen bir ikiliği ele veriyor: “Dans-hac sentezi: Modern-Batılı yeniliklere açık, hem de mazbut ve geleneklere hürmetkâr.”[2]

Demirel “yeri geldiğinde viskisini içip" Ankara’nın eğlence hayatına akıyor ama “hacı olma idealini” de hep koruyor.

***

Demirel’in bir siyasi figür olarak tutarlılık gösteren özelliklerinden biri 1950’lerden 1990’ların başına kadar süren anti-komünist tutumudur. Bu tutumunu olaylar karşısında konjonktürel olarak gevşeten veya berkiten Demirel, bazen liberal tınılara sahip bir sosyal devlet ve adalet söylemine sarılmış, bazen de Milliyetçi Cephe hükümetleri döneminde olduğu gibi anti-komünizmini agresif bir milliyetçilikle koyultmuştur. Yoğunluk derecesindeki dönemsel değişimlere rağmen anti-komünizm onun siyasi kariyerinde bir süreklilik unsurudur. Ve –kitapta yine önemli yer tutan– “devlet adamlığı” fikrine şaşmaz bağlılığıyla örtüşür. Demirel’in sol tarafından Amerikancılıkla itham edildiği ve “Morrison Demirel” lakabıyla anıldığı 1960’lar ve 70’lerde Türk devletinin başdüşmanı komünizmdir ve askeri-sivil bürokrasiye komünizm tehdidi paranoyası hakimdir; erken Cumhuriyet devrinde görece uzak bir tehdit olarak algılanan komünizm, NATO üyeliği ve ABD müttefikliğiyle birlikte dış düşmanlar listesinde birinci basamağa tırmanmıştır. (SSCB’nin devrilmesinden sonra baş düşmanlık payesini liberal demokrasi ve onun insan hakları müktesebatı alacaktır). Siyasi kariyerinin büyük bölümü Soğuk Savaş yıllarına denk düşen Demirel de "devlet aklı"na (ve daha ziyade büyük sanayi sermayesinin çıkarlarına) uygun olarak anti-komünist tavrını sürdürmüştür.

Öte yandan 1960’lardan itibaren milliyetçi-muhafazakâr kesim tarafından “ideolojisizlik”le suçlanan Demirel’in anti-komünizminin dönemin şartlarına göre fazla şedit olmadığı söylenebilir.  Doktriner bir anti-komünist değildir ve 1970’lerin anti-komünist galeyanı sırasında ülkücü komandolar gibi linç güruhlarına mesafe almaya özen gösterir. Sol hareketler “devlet otoritesi”ne ciddi bir tehdit oluşturmazken “yollar yürümekle aşınmaz” diyerek hoşgörüsünü gösterir; ama birkaç yıl sonra “devlete yönelik tehdit algısı” arttığında Denizlerin idam kararını Meclis’te coşkuyla destekler. Demirel’in temel ölçüsü “devlete bağlılıktan uzaklaşmamaktır.” Bu bakımdan 1970’lerdeki anti-komünist tutumuyla 1990’lardaki anti-Kürt performansı ya da irtica-laiklik meselesine yaklaşımı arasında belirgin bir tutarlılık vardır: “Türkiye-Cumhuriyeti-devleti kalıbı çok sık işitilmiştir ondan; yani cumhuriyet, esasen devlettir Demirel’in nazarında; kamusal topluluk olmazdan öte ve önce, cumhur’dan öte ve önce, bir aygıt olarak, bir yüce makam olarak, devlettir.”[3]

Demirel’in muhalefette görece hoşgörülü ve özgürlükçü; iktidarda ise daha ceberut ve baskıcı politikalara yönelmesi onun siyasi kariyerinde 40 yıla yayılan bir sarkaç hareketi oluşturur. Ancak bu “ceberutluk” bugün bütün organlarıyla Tayyip Erdoğan’ın bir ayna imgesine dönüşmüş olan Türkiye devletinin hoşgörüsüzlüğü, keyfiliği ve kuralsızlığıyla kıyaslanamaz: Tanıl Bora, kitap boyunca Demirel'le kâh inceden kâh açıktan alay eden bir yığın mani, şiir, karikatür, plak örneği zikrediyor ki bu “literatür” bugün üretime devam etseydi herhalde Türkiye hapishanelerinde yer kalmazdı.

Son olarak, Demirel’in Türkiye toplumunun geleneksel konformizmini iyi tanıyan, bunun tezahürlerini doğru teşhis edebilen bir siyasetçi olduğu muhakkak. Tanıl Bora bu “duygu”yu çok iyi aktarmış. Yalnız siyasetteki güç dengelerini iyi hesaplamakla, 12 Eylül’den önce yapmaya çalıştığı (ve 28 Şubat’ta kısmen yapabildiği) gibi siyasetin farklı aktörlerini –askeriye, siyasi partiler ve sermayenin çeşitli kesimlerini– aynı anda idare edebilmekle sınırlı bir reel-siyasi zekâ, ara bulma becerisi ve pragmatizm değil bu; aynı zamanda toplumun uzun vadeli eğilimlerini doğru tahmin edebilme ve onu küllerinden yeniden doğurabilme yeteneği, belki de gayreti. Toplumun 12 Eylül rejimine, 1982 referandumuna verdiği rızaya dair değerlendirmesi bugün içinde bulunduğumuz durum hakkında da doğru bir gözleme dayanmıyor mu?

“Türkiye başına geleni alkışlamak suretiyle ondan kurtulmayı düşünüyor. Zamana bırakıyor birçok meseleyi… Devri doğru yola, doğru yöne yönlendirme yerine, devir hangi yöne yönelmişse onun peşine düşerek, ‘Bir zaman gelir, bir aydınlık pencere açılır, ondan kurtulurum’ diye beklemeyi, sabretmeyi, teslim olmayı mücadele etmeye tercih ediyor. Devlet de zaten öteden beri hep halkı ezerek geliyor. İşte bizim yapmaya çalıştığımız şey, halkı bu ezik durumdan kurtarmaya çalışmaktır.”[4]

***

Demirel’in temsil ettiği siyasi çizgiyle, her devirde sahiplendiği devlet aklıyla, işaret ettiği kalkınmacı pragmatizm ufkuyla sosyalistlerin, demokratların, hatta liberallerin son aşamada uzlaşmalarının pek kolay olmadığı kanısındayım. Bıraktığı mirasta mücadele edilmesi gereken –iyice ağırlaşarak bugüne devrolmuş– birçok sorun var. Sevimli olduğu kadar sevimsiz tarafları da saymakla bitmeyebilir. Yine de Tanıl Bora’nın biyografisini okuduktan sonra günümüz Türkiye siyasetinin uğradığı irtifa ve seviye kaybı karşısında Demirel’i artık sadece tropik adalarda rastlandığı için kadri kıymeti bilinmesi gereken nadir bir kuşa benzetmeden edemedim.


[1] Tanıl Bora, Demirel, İletişim Yayınları, 1. Baskı Haziran 2023, s. 49.

[2] A.g.e., s. 126.

[2] A.g.e., s. 39.

[3] A.g.e., s. 437

[4] A.g.e., s. 334.