14-28 Mayıs seçimlerinin sonunda, büyük çoğunluğunu kendilerini merkez-sol veya sol diye tanımlayanların oluşturduğu kesim, çok daha düşük oy alabildiği önceki seçim sonuçları karşısında duyulmuş hayal kırıklıkları ile kıyaslanamayacak denli ağır bir hezimete uğramışlık duygusuna, neredeyse bir bozgun havasına kapıldı.
Oysa nesnel göstergeler, sayılar üzerinden bakıldığında bundan önceki seçimlerin ortalamasından az da olsa daha yüksek bir oy oranına ulaşılmış, müttefikleriyle birlikte %45’in üzerinde oy toplamıştı. Seçim yenilgisini başta CHP olmak üzere muhalefet partilerinin yönetici kadrolarında, onların aday tespit, ittifak ve kampanya stratejilerinde yaptıkları –iddia edilen– yanlışlara bağlamak, aradaki farkın bir kısmını açıklamaya yeter belki; ama genel sol dünya üzerine çöken o ağır karamsarlık ve neredeyse umutsuzluk duygusunu hafifletmeye dahi yetmez.
Böylesi durumlarda karamsarlığa kapılıp gitmenin dışında mümkün iki tavır alış vardır. İlkine “gerçekçi” diyebilirler ve bu tavır söz konusu karamsar hissiyatı “aşırı bir ilk tepki” diye değerlendirip “normal” doza indirgemenin ve alışagelinen mantığında biraz rötuş yaparak –“değişim”le– yola devam edilmesini öğütler. İnandırıcılığını sağlamada en etkili kozu “vitrin-kadro” değişikliğidir. CHP'nin veya başarısızlığı halinde onun yerine aday bir “yeni oluşum”un benimseyebileceği tavır ancak bu olabilir. Nitekim o cenahtaki gelişmeler de bu yöndedir. Mevcut karamsarlığı 2024 yerel seçimlerini kazanma gazıyla yatıştırmayı, “normal doz”a indirgemeyi umuyorlar şüphesiz. 14 Mayıs seçimlerini kazanma amacıyla iktidar sicilini makyajlamak için özellikle ekonomideki kötüye gidişi körüklemeyi göze alan AKP’nin önümüzdeki aylarda kendi tuzağında debelenmesinin artması da kolaylaştırabilir işlerini. Bu bakımdan CHP merkezli muhalefet, 14-28 Mayıs yenilgisinin tesellisi, hafifleticisi olacak bir seçim galibiyeti için pekâlâ umutlanabilir.
AKP’li cenaha karşı bir seçim galibiyeti almak için harekete geçmenin elbette bir sakıncası yok. Ama hâlâ –daha iyisi oluşamadığı için– geçerli “sol”(cu) olmanın kökensel değer ve fikirlerini özümsemiş olanlar bununla yetinemezler, yetinmemelidirler. Dolayısıyla ikinci tavrı seçmeli; yani o karamsarlık duygusunun ardındaki gerçeklikle yüzleşmeye cesaret etmeli ve bu gerçekliği aşmanın yolunu bulmaya sıvanmalıdır.
Çünkü onların 14-28 Mayıs seçimlerinin sonuçları üzerinden yapmaları gereken ana tespit, ortak amaçları olan köklü toplumsal dönüşümü mümkün kılacağını varsaydıkları ve o nedenle de mücadelelerinin temeline yerleştirdikleri faktör ve dinamiklerin neredeyse tam tersine işliyor oluşudur. Üstelik “bu defa beklediğimiz gibi olacak” umudunu besleyen bütün koşullar fazlasıyla mevcut olduğu halde. Kaldı ki bununla ne ilk kez ne de sadece Türkiye’de karşılaşmış da değillerdir. Daha öncesindeki gayet ciddi belirtiler bir yana; özellikle 1980'li yıllardan beri, neoliberal hegemonyanın adeta göstere göstere büyük çoğunlukları daha yoksul ve daha güvencesiz kılan, gelir-servet uçurumlarını derinleştirip keskinleştiren rüzgârına rağmen; bu olumsuzluklara karşı tepkinin sola yönelimin ana mecrası olduğuna dair köklü varsayımın neredeyse tam tersine sonuçlarla defalarca karşılaşılmıştır. Durum sadece Türkiye’de değil tüm dünya ölçeğinde de böyledir. Kırk yılı aşkındır gidişat; bilimsel gelişmelerin ve ekonomik düzenin geniş kitleler aleyhine sürekli artan olumsuzluklarının en azından hakkaniyetli bir düzen talebine yönelik bir toplumsal tepkiyi besleyeceğine dair genel sol varsayımı neredeyse tamamen geçersizleştiren bir yönde olmuştur. Bu gerçeği daha da acılaştıran, oluşan toplumsal tepkinin hınç ve öfkesini kendileri gibi olup bir biçimde –etnik, dinî, kültürel, bölgesel veya cinsel farklılık dolayımıyla– ötekileştirdikleri daha zayıf, güçsüz kesimlere yöneltiyor olması; buna mukabil yürürlükteki düzenin tepelerini tutanlara, güçlerine güç katan kesimlere ilişmekten bilhassa sakınması ve hatta çoğunlukla –Berlusconi, Trump gibi– liderlerini, “idol”lerini onların arasından bulmasıdır. Ve tam da bu özellikleri nedeniyle istisnasız tümü de koşarak milliyetçilik bayrağı altında toplanırlar. Bu trendin Müslüman nüfus çoğunluklu ülkelerde daha ziyade İslâmcılık vurgulu olması bu kuralın istisnası sayılamaz çünkü hıncını daha zayıfa yöneltme özelliği ortaktır.
Dünyada ve Türkiye’de sol, on yıllardır bu trendin tersine dönmesini beklemekten, yığınların ağırlaşan ekonomik sorunlarının çözümünün solda olduğunu “yeniden” keşfedecekleri umudunu korumaktan başka pek bir şey yapmadı, yapamadı. Çünkü temel mantığı, yaklaşımı, insanları, özellikle de işçi, emekçi, “sıradan insan” yığınlarını motive eden, harekete geçiren asli faktörün ekonomik çıkar güdüsü olduğuna dair köklü varsayımın, “inanış”ın dışında düşünemiyor, öyle teşebbüsler solcu olmaktan vazgeçme şüphesi ile peşinen damgalanıyordu.
Oysa, sadece şu olgu üzerinden düşünmek bile, kaynağı, “ideal”i eşitlik olan sol düşünüşe kendini yenilemenin geniş ufuklarını açmaya yetebilir: Aşağı yukarı geçen yüzyılın ortalarına kadar, işçi-emekçi yığınlarının çoğunluğu diyemesek bile belirleyici kesimi, bireyler olarak değilse de bir birlik oluşturabildikleri takdirde, kendilerini ezen, sömüren “güçlü”lerle ve onların yanındaki devlet aygıtıyla mücadele etmeyi, geriletmeyi hatta yenmeyi düşünecek kadar bir güç ve potansiyel atfedebiliyordu kendisine. Ama geçen yüzyılın ortalarından, özellikle de 1980’li yıllardan itibaren bunun yerini giderek belirginleşen –kestirme ifadeyle– bir acizlik duygusu aldı. Servet ve sermayeyi ellerinde tutan güçlüleri geriletmeyi bile neredeyse imkânsız sayan düşünüş tarzının yaygınlaşması, işçi ve emekçilerin bunun mümkün olduğu inancı üzerine kurulu solcu partiler ve sendikalardan uzaklaşmasına, dahası o parti ve sendikaların karşıtı/düşmanı hareketlerin saflarına katılmalarının yolunu açtı.
O halde odaklanılması gereken soru şudur özetle: “Bir zamanlar” işçi ve emekçilerin mevcut düzenlerin güç sahiplerini geriletmeye, alt etmeye yetmemiş ama yine de ihmal edilemez ölçekte var olan özgüven ve “güçlü”lere kafa tutabilme özelliği, nasıl ve ne(ler)den dolayı yerini bir acizlik duygusuna ve güçlülerin varlığını ve statüsünü hürmetle meşrulaştırmaya bıraktı?
Bu sorunun cevabı verilmedikçe ve o cevap, “sıradan insan” yığınlarının giderek genişleyebilecek kesiminde kendi insani potansiyellerinin gücünü, özgüven duygusunu yeniden canlandırdığını pratikte kanıtlamadıkça, sol düşünüş ve hareket “yok hükmünde” demektir. Çünkü sol düşünüşün “kurtuluş” ideali, –sömürüden, ezik veya ezilmiş olmaktan, düşük vasıflı insan sayılmaktan– kurtulması öngörülenlerin, bunu “kurtarıcılar” sayesinde değil, bizzat kendi eserleri olarak gerçekleştirmeleri gerektiğini bilhassa vurgular. Bu ise ancak ve sadece onların insani kapasitelerinin başkalarından düşük olmadığı inancını, özgüvenini ön şart koşar. O nedenle sıfatına layık bir sol hareketin kurtuluş umudana seslendiği insanlara “kurtarıcı” havası ve rolüyle asla değil; düzenin veya önyargıların bastırdığı, ketlediği insani kapasiteleri etkin kılmakta “yoldaş”lığın dili, üslubu ile ilişki kurmasını gerektirir.
Bunca yenilgiden, geleneksel düşünüş, davranış, örgütlenme ve mücadele biçimleri ile girişilen denemelerin tümünden hayal kırıklığına uğrayarak çıkmış mevcut solun bu tutumunu sürdürerek “eski güzel günler”in yeniden geleceği beklentisine sarılması halinde tarih sahnesinin kenarına sürüklenmesi kaçınılmazdır. Şüphesiz apaçık ve can yakan bir gerçek olan iktisadi sömürü üzerinden hareket eden geleneksel solun böylece motive ettiği kitlelerin eylemlilik içeriği ve bunun oluşturabildiği dinamizm, amaçlanan insani ve toplumsal dönüşüme yetmemiş, yetememiştir. Ancak mevcut sol bu artık itiraz edilemez gerçeği kabul ettiğimiz takdirde hedeflenen –eşitlikçi– toplumsal dönüşümün imkânsız olduğunu da kabullenmiş olacağımızı sanıyor. Çünkü ona göre yegane yol budur.
Trajik bir yanılgı bu. Her şeyden önce sözkonusu ideal, insanlıktan, uygarlıktan bahsedebildiğimiz zamanlardan beri varolan ezeli bir arayış. Günümüz geleneksel sol-sosyalist düşünüş ve hareketi, 19. yüzyıl ortalarında bu arayışın ana mecrası olmayı üstlendiğinde hem binlerce yıllık deneyim mirasını devraldı hem de yaptığı katkılarla dönüştürdü. Yaptığı en önemli katkı, eşitlikçi toplum idealinin belirli bir uygarlık, insani toplumsal gelişim imkânları düzeyinde ancak mümkün olabileceği tezi idi. Epeydir yanıldığını görebileceğimiz nokta ise, onun sözkonusu gelişim/imkânlar düzeyine kapitalizmin şekillenmesinden itibaren zaten erişildiği fikri idi. Bu fikir doğrultusunda geleneksel sol/sosyalist düşünüş, –kapitalist– sömürüye karşı tepkinin organize edilmesiyle oluşacak güç ve dinamizmle mevcut düzeni yıkıp zaten varolan eşitlikçi toplumun kurucu imkânlarının önünü açma yaklaşımını benimsedi.
Fakat, geçtiğimiz yüzyılın son çeyreğinden bu yana görüldü ki; kapitalizmin ve onun koşulları altında doğabilecek insani-toplumsal gelişim imkânlarının “son aşaması”na henüz varılamamış. O tarihten beri kapitalizm art arda gelen bilimsel-teknolojik devrimlerin ivmesiyle –elbette bir sömürü düzeni olma vasfını koruyarak– hem kendini dönüştürdü ve hem de özellikle eşitlikçi perspektifi öteden beri duraklatan engellerin bile aşılabileceği fikrine kapılar açan yepyeni imkânları devreye soktu.
Ama bir de “öbür yüzü” var bunun. Konumuz açısından tek bir özelliği bile yeter: “Sıradan insanlar”ın –öncelikle sömürülebilmeleri için– varolmasını zorunlu sayan kapitalizm değil artık karşımızdaki. O insanların giderek artan bir bölümünü –hatta vazgeçilmez sayılagelmiş nitelikli emek sahiplerini bile– varlığına ihtiyaç duyulmayan, duyulmayabilecek, sonuç olarak gereksiz –yani “yaratık” da denilebilecek– insanlar kategorisine itme yönünde işleyen bir kapitalizmle karşı karşıyayız. Sorunumuz artık sömürülmek ile özetlenebilir olmaktan çıkmıştır. İnsan oluşun, insani varoluşun bizatihi kendisi tehdit altındadır.
Bu varoluşsal tehdide karşı, o tehditle eşanlı olarak var olan –salt– insani özellik ve yeteneklerimizi geliştirme imkânlarını fiilen sahiplenmeyi eksenine koyan, bunun sağlayacağı güç ve dinamizmi harekete geçirme “misyon”unu üstlenmiş bir yaklaşımla mücadele edilebilir ancak. Gelinen noktada eşitlikçi insani-toplumsal dönüşüm idealini taşıyabilecek perspektif budur. Geleneksel sol-sosyalist akımlar ya kendilerini bu yaklaşıma entegre edebilme yoluna girer ya da itildikleri yerden tarihin akışına söylenip duran seyirciler olarak kalmaya devam ederler.
Bu bakımdan önümüzdeki aylar karar vereceğimiz aylar olacak.