22-23 Eylül’de Milas Belediyesi tarafından Halil Menteşe anısına bir sempozyum düzenlendi.[1] Benim de katıldığım sempozyumun Milas’ta düzenlenmesi Halil Menteşe’nin oralı olmasıyla muhakkak ilgili. Ama son zamanlarda İttihat Terakki’ye yönelik genel bir ilgi kabarışı olduğunu not edelim. Değişim beklentilerinin yüksekliğine karşın AKP devrinin bir türlü sona ermemesi Kemalizm’in fikrî restorasyonu, merkez sağ nostaljisi ve İttihatçılara iade-i itibar gibi yönelimleri beraberinde getirdi.
***
İttihat-Terakki hükümetlerinde Şura-ı Devlet Reisliği, Hariciye ve Adalet Nazırlığı gibi görevler yapan Halil Bey, tarihçilerimizin genellikle geçerken şöyle bir değindikleri, silik buldukları, Şevket Süreyya’nın deyimiyle “gölgede kalmış” bir figürdür. Oysa 1910’larda İttihat-Terakki’nin “dördüncü adam”ı olarak bilinirdi. İkinci Meşruiyet’in ilanı, Balkan Savaşları, Ermeni kıyımı, Malta sürgünlüğü, İzmir Suikastı soruşturması gibi hadiselerin içinde (bazen merkezinde ama çoğu zaman kıyısında) yer almıştı. Siyasi kariyeri kadar “fiziği”yle, dillere destan oburluğuyla ünlüydü; çağdaşları tarafından şişmanlığın faziletleri hakkında yazılmış metinlerin canlı delili gibi görülmüştü - Malta sürgünlüğünde onu daha yakından tanıyan İngilizlerin karikatür dergilerine “sevimli şişman” tipinin kusursuz örneği olarak girmiştir. Süleyman Nazif’in esprisiyle İttihat-Terakki’de Enver ve Talat Paşalar Germanofil; Cemal Paşa Frankofil, Halil Bey ise sadece ‘fil’di.
***
“Milaslı” Halil Bey; 1890’larda Güllük Limanı’ndan Sakız Adası yoluyla Fransa’ya gitmiş ve İttihat-Terakki’nin Paris şubesine katılmıştır. Anılarında “İttihat-Terakki’yi kurduğumuz yıllar” diye bahsettiği o dönemde bir yandan Ahmet Rıza’nın katipliğini yapmış; öte yandan hukuk fakültesine devam edip Auguste Comte düşüncesiyle ilgilenmiştir. Aksiyon adamı olmayan, ağırkanlılığı ve yavaş tabiatıyla tanınan Halil Bey’in İTC yurtdışı örgütlenmesine ciddi mali destek sağlamış olması muhtemeldir; 8-10 bin dönümlük arazi sahibi bir ailenin oğlu olarak devrin İTC kadrolarından sınıfsal bakımdan farklı bir yerden gelir. Bir başka hususiyeti diğerleri kadar tepkisel bir Batı karşıtlığına yönelmemiş olmasıdır. Paris yıllarında imzasını Menteché olarak atmış, Milas’a Fransız sevgilisi için Paris tipi bir konak yaptırmış, böyle alafrangalıkları sevmiştir.
Meşrutiyet’in (1908) ilanından kısa süre önce memleketi Milas’a dönen Halil Bey daha keskin, daha aksiyoner bir İTC’li olan Doktor Nazım’ı çiftliğinde saklamıştır. Meşrutiyet’in ilanı haberini aldığı gün Tabakhane Meydanı’ndaki bir ağacın altında coşkuyla zeybek oynamıştır. Halil Bey’in anılarında Meşrutiyet Milas’ı hakkında aktardıkları kaybolmuş bir Ege ahalisine dair canlı tanıklıklardır: Bir tarafta renkli hayatlarıyla Musevi eşrafı ve Rum mahalleleri; öte tarafta dağlarda dolaşan ve zaman zaman Milas’a inip şehrin ileri gelenleri ve jandarmayla sofraya oturan Çakıcı Efe gibi eşkiyalar.
***
Halil Bey’in aksiyon adamı olmadığını söyledik. Ona düşünce adamı denebilir mi? Genellikle gazete yazılarıyla ifade ettiği sosyal dönüşüm ufku büyük ölçüde hukuk reformlarıyla sınırlıdır. Memurların rüşvet almadığı, herkesin kanun dairesinde işini görebildiği, “matbuatın adab-ı umumiyeye dokunmayan her şeyi yazabildiği” bir hukuk düzeninin özlemini duyar. Fikirleri Enver, Talat, Doktor Nazım gibi İttihatçıların toplumsal mühendislik projelerinin “atak”lığından, maksimalistliğinden uzaktır. Siyasete ilgisi kuşakdaşları arasındaki genel eğilimin zaruri sonucu gibi görünür. Hüseyin Cahit Yalçın’ın gözlemiyle o devrin “garip bir hususiyeti vardır. Bütün kabiliyetler ve zekalar, dönüp dolaşıp siyasete gelirler. Doktorlar şair ve diplomat olur, ziraatçiler siyasi komiteye girerler. Siyaset uyanık müfekkirelerin hepsi üzerinde bir mıknatıs tesiri gösterir.”[2] Halil Bey’in 1917’de savaşın keşmekeşi içinde Adliye Nazırı olarak hazırladığı Hukuk-ı Aile Kararnamesi pek ilgi görmemiş ve Osmanlı’da sadece bir buçuk yıl yürürlükte kalmıştır. Ama Suriye, Ürdün ve Filistin’de II. Dünya Savaşı sonuna kadar uygulanmıştır. Kararnamenin hazırlık aşamasında Osmanlı’nın genç hakimleri Batı mahkemelerinin “méthode juridique”ini yerinde tetkik edip öğrenmeleri için Halil Bey tarafından Berlin mahkemelerine stajyer olarak gönderilmiştir.
***
Çağdaşları tarafından daima iyi kalpli, “hiçbir zaman meyus, bedbin ve ümitsiz görünmeyen”, İttihat-Terakki’nin “en insafsız düşmanlarını dahi incitmemeye özen gösteren” biri olarak tasvir edilen Halil Bey’in badireli zamanlarda diplomatça bir suskunluğu tercih etmesi, geri planda kalması hesaplı bir tavır olabilir. Ermeni kıyımı sırasında İTC’nin dördüncü adamı ve Talat’ın en yakınlarından biri olmasına rağmen satır aralarında Rusların tahrikinden bahsetmek dışında tehcirle ilgili neredeyse hiçbir şey söylemez. Ermenilerin “ırklarının şiarı olan hulyaperverlikten kendilerini kurtaramadıkları”, [Talat’la beraber] Taşnaksütyun reisleriyle müzakerelerde bulundukları halde “bu hulyaperverleri ikna etmenin kabil olmadığı”ndan bahseder. 1919’da Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey’in mahkemede okuduğu müdafaanameyi kaleme alır ve onu “yağız çehreli, büyük ruhlu bir Türk çocuğu” olarak hatırlar. Kaymakam’ın neyle itham edildiğinden bahsetmez. Yirmi bir ay kaldığı Malta günlerinde Maltalıların güzel opera binaları, Avrupa’dan ara sıra gelen opera grupları ilgisini çeker; operaya gitmek için parası olmayanlara ödünç para verdiğini anlatır. Ermeni kıyımı konusundaki suskunluğu bir suç ortaklığının sessiz ikrarı olabileceği gibi Birinci Dünya Savaşı’na giriş veya tehcir gibi büyük hadiselerde Halil Bey’e danışılmaması, onayının alınmamasından kaynaklı bir apati de olabilir.
***
Halil Bey’in yeni Cumhuriyet’e intibakı çok zor olmaz. 1924’te Terakkiperver Fırka’dan İzmir milletvekili adayı olur. 1926 İzmir Suikastı soruşturmalarında ifadeye çağrıldıktan kısa süre sonra serbest bırakılır ve ondan sonra yeni rejime karşı uzlaşmacı bir tavır alır. 1931’de CHP’nin bağımsız mebuslara açtığı kontenjandan girdiği Meclis’te 1946’ya kadar üç dönem kalır.
Son yıllarını Milas’ta çiftçilik yaparak geçiren Halil Menteşe, 25 Şubat 1947’de İsmet İnönü’ye hitaben Cumhuriyet gazetesine yazdığı mektupta Cumhurbaşkanlığı’nın partiler üstü hakem konumunda olmasını salık verir ve İnönü’nün “Anglo-Saksonlarda olduğu gibi” iki muntazam parti arasındaki ihtilafları uzlaştırması gerektiğini savunur. Kısa süre sonra İnönü, Recep Peker hükümetiyle Demokrat Parti yöneticileri arasındaki sert tartışma ortamına müdahale ederek siyasi tarihimize “12 Temmuz Beyannamesi” olarak geçen açıklamayı yapar. Halil Bey bunun üzerine Cumhuriyet gazetesine “Kurtarıcı Yol” başlıklı bir makale daha yazıp İnönü’nün tutumunu bu kez demokrasi ve hürriyet davası adına över:
Sayın İnönü, tam zamanında kararını vermiş, Anayasa’nın kendisini tavzif ettiği büyük hakem rolünü tercih eylediğini ilân ederek memleketi felaketli bir akıbetten kurtarmıştır. Şimdi büyük davamız şudur: Hürriyeti hakim kılmak. Bunun esas şartı muvazeneli ve murakabeli Millet Meclisi’nin teminatıdır. Bu ana temele dayanmayan hürriyet ve demokrasi lâf ve güzâftan ibarettir.[3]
***
Halil Menteşe onu karikatürleştiren, hatta düpedüz groteskleştiren (Süleyman Nazif, onun için “yüz elli okka sıkletinde bir sıfırdır” der), şişmanlardan fena kimse yetişmediğinin delili olarak gösteren (Hüseyin Cahit); yumuşak huyluluğu, güleryüzlülüğü, nezaketi dışında kaydadeğer tarafı olmayan biri gibi sunanların çizdiği apolejetik portreye tam olarak oturmuyor. Ermeni kıyımında büyük ölçüde dolaylı, icracı olmaktan çok tehciri onaylayıcı bir tutum aldığı söylenebilir. “Talat Bey hıyanetleri görülen unsurlardan memleketi temizlemeyi ön safa almıştı”, “Avrupa nazarında Ermenilerin Türklerin örfi tedabirinden bizar kalmış, mazlum bir millet gibi görünmemeleri… [kendilerine] adi ihtilalciler süsü vermemeleri lazımdır” gibi gözlemleri; “Ermenileri tepeledikten sonra sıra Gürcülere gelmişti” gibi itirafları Halil Bey’in o kadar “masum” olmadığını veya en azından İTC’nin sosyal mühendislik projelerinden haberdar olduğunu gösterir.
Ama bir başka Halil Bey portresi de pekâlâ çizilebilir: Hem İTC hem de erken Cumhuriyet devrinde hukuk düzenini, kuvvetler ayrılığını, Cumhurbaşkanı tarafsızlığını, basın özgürlüğünü savunan, liberal eğilimleri daha baskın bir politikacı. Liberal taraflarıyla Halil Bey, silik bir figür olarak kalmaya mecburdu çünkü Osmanlı-Türk modernleşmesinde (Prens Sabahattin çizgisi dahil) bu seçeneğin başarı şansı yoktu. Sorunların müzakereyle değil yasaklarla, baskıyla, kıyımlarla “çözüldüğü” siyaset anlayışı geç Osmanlı’dan Cumhuriyet’e devreden bir imparatorluk bakiyesi olarak süreklilik göstermiş ve Halil Bey gibileri ister istemez gölgede bırakmıştır. Ömrünün son yıllarında şu lafları eden bir siyasetçinin dünün Türkiyesi’nde yeri sınırlıydı, bugünün Türkiyesi’nde ise hükmü hiç yok:
Siyasi ihtiras, insanı tahakkümü altına aldı mı bütün havasını bozar. Kafa başka türlü düşünmeğe, his başka türlü duymaya, gözler başka türlü görmeye başlar. Vatanperver vatan haini oluverir. Bundan korunabilen politikacılar bahtiyar insanlardır. Hamdolsun ben, onlardan biriyim.
[1] Şair, eleştirmen Halim Şafak Şanlıdağ ve akademisyen Ertuğrul Meşe’nin koordinatörlüğünde düzenlenen sempozyumun diğer konuşmacıları Osman Özarslan, Balca Arda, Abidin Çevik ve Barış Celep idi.
[2] Hüseyin Cahit Yalçın, Yedigün Dergisi, sayı 177, 1936, s. 9.
[3] Osmanlı Mebusan Meclisi Reisi Halil Menteşe’nin Anıları, Hürriyet Vakfı Yayınları, s. 94, Kasım 1986.