Cem Yılmaz ve Do Not Disturb
Derviş Aydın Akkoç

Cem Yılmaz’ın son filmi Do Not Disturb Ömer Kavur’un Yusuf Atılgan’ın romanından uyarladığı Anayurt Oteli filmiyle hem kalibre hem de müşterek kimi problemler açısından mukayese edilebilir cinsten. Burada kast edilen mukayese Macit Koper’in olağanüstü oyunculuğuyla hayat verdiği Anayurt Oteli’nin kâtibi Zebercet ile Cem Yılmaz’ın muazzam bir oyunculukla temsil ettiği Komodor Palas’ın “gece müdürü” Ayzek Metin arasında kurulabilecek bir benzerlik yahut karşıtlık ilişkisi değil. Daha ziyade iki filmin de estetik ve politik açılardan gündeme getirdiği kritik ve hâlâ çözüme kavuşmamış bir mesele: bireyleşme problemi ve bu çekirdek problemle rabıtalı olarak iletişimsizlik yahut yabancılaşma süreçleri…

***

Evle evsizlik arası bir mekân olarak “otel” zaten alegoriye açık bir imge; Edip Cansever “büyük kentlerin büyük tabutları” diyordu oteller için. Yusuf Atılgan’ın yanı sıra Edip Cansever’de de bir sıkışıp kalma muhitidir otel: “Özür dilerim dünya / ben bu otelden çıkamam.” İçinden çıkılamayan, ama tam da yerleşilemeyen, ışıktan nasibini almamış, çoğun loş olan bu irili ufaklı tabutlar alegorik ifade açısından hayli zengindir: ülke olarak otel, toplum olarak otel, aile olarak otel, hatta zaman olarak otel… Yusuf Atılgan’ın metnine sıkı sıkıya bağlı olan Ömer Kavur kendi otel tasarrufunu bir tür cumhuriyet ya da ülke alegorisi olarak sorunsallaştırmıştı; erken doğum ürünü olan Zebercet de Türkiye’nin henüz oluşmamış, yarım kalmış yurttaş kimliğini temsil ediyordu. Cem Yılmaz’ın otel tasarrufu ise “toplum olarak otel” imgesine çok daha yakın; yönsüz, kendini ifade etme hususunda noksan, eksik, garip düşmüş bir yurttaş figürü olarak Ayzek Metin ve onun şahsında ve etrafında işleyen toplumsal düzenek...

***

Bir ülke panoraması çıkarmak üzere başvurulan alegorik ifade biçimleri sinemada çoğun taşrayı mesken tutar; tabii kanırtılmış, epeyce yıpranmış bir meskendir artık taşra; Cem Yılmaz da bir panorama çıkarır ama alegorik sembolik ifade hususunda bakışını kente, kentin sınırlı bir birimine (otele) ve birkaç sokağa odaklar. Bununla birlikte, yine taşra merkezli alegorik yapımlarda olduğu üzere kaymakam, savcı, belediye başkanı gibi bürokratik –mühim– kişilikler kadraja alınmaz: otel müşterileri –tıpkı çalışanları gibi– genellikle toplumsal yapının çatlaklarında dolanan, dikiş tutturamamış, yarı ölü yarı hayalet faillerdir; boyuna intihar provaları yapan edebiyat profesörü de bu toplumsal çembere dahildir, yukarıdan aşağıya düşmüş içli bir karakterdir…

***

Zebercet’e otel babadan mirastır, varlıklıdır; Ayzek Metin ise tam anlamıyla bir çulsuzdur, çulsuzluğu köksüzlüğünün de işaretidir, onun meselesi otelden çıkamamak değil, henüz otele girememiş olmaktır. İşsizlik kendi başına bir nevi sivil ölüm demektir, iş tutmak bu anlamda çeperinde olunan toplumsal dünyaya giriş vizesidir; otel kâtipliği sallantıdadır Ayzek Metin’in; işe devam edip etmeyeceği “deneme süresi”ne bağlıdır. İşsizliği, yoksulluğu, kendi dünyasındaki sıradanlığı ile dışarıdan bakıldığında mazbut bir karakterdir Ayzek Metin, ama Cem Yılmaz her mazbut karakterin iç dünyasında sırasını bekleyen küçük bir tiranın olduğunun da farkında: Ayzek Metin en dramatik olduğu kesitlerde bile bir parça tekinsizdir; saflığın gerisinde ışıldayan bir kurnazlık bazen kötülük değilse de kimi fenalıkların icrasına yeşil ışık yakar, sözgelimi bir kendini kaybetme anında edebiyat profesörü Bahtiyar beyin eşine tatsız mesajlar atılır, sövüp sayılmaz ama bok emojisi yollanır. Neticede kötülük de bir kudret meselesidir, Ayzek Metin bu kudret hiyerarşisinin alt bölgelerinde yer alır, onun payına ancak ufak tefek fenalıklar tasarlamak yahut yapmak düşer. Toplumsal kötülükler bu ufak çaplı fenalıkların bir toplamı yahut yoğunlaşmış halidir bir yerde; az sonra, şafak attığında bir kadını sokak ortasında kurşunlayacak adam –Davut bey– eylemin öncesine kadar “iyi bir adamdır” mesela, silahlı külahlıdır ama babacandır, eli boldur, özü sözü birdir, tek suçu ise “deli gibi sevmektir.”

Sevgi demişken: birey olamama ve buradan doğan iletişimsizlik ve yabancılaşma genel bir sevgi, daha doğrusu sevgisizlik probleminde düğümlenir Cem Yılmaz’da: tıpkı Zebercet gibi Ayzek Metin de “insanca bir sıcaklığa ihtiyaç” duyuyordur. Gelgelelim bu naif ihtiyaç bugün çok daha çetrefil bir hal almıştır: “anlaşılmak” ya da “sevilmek istemek” biri diğerini dışarıda bırakan iki ayrı kutup, iki ayrı arzudur: “sen sevilmek istiyorsun.” Bazen sevilmek bazen anlaşılmak, ya da ikisi aynı anda… Ne var ki, Do Not Disturb’te esas karakterden çevre tiplerine kadar kimse kimseyi sevmiyor ve anlamıyordur aslında, ancak ve olsa olsa herkes birbirini idare ediyordur… Toplum iflas etmiştir, bir tabut olarak otelin köhneliği ile toplumun köhneliği bir ve aynı şeydir. Ayzet Metin’in parçalanmış bilincinde arada bir lüks, bakımlı ve şeffaf bir otel imgesi belirir ama bu imge derhal yerini mutat köhneliğe bırakır: sevgisizlik ve onla eş şiddette olan anlayışsızlık toplumsal varoluşu harabeye çevirmiştir. Öte yandan, bu sevgisizlik ve anlayışsızlık kutuplarını içerinden kesen bir başka ve daha başat bir istek peyda olmuştur artık, sanal medya marifetiyle beliren sıkıntılı bir durum: “beğenilmek istemek.” Otele hapsolmuş varoluşların üzerine çakılan son çividir adeta bu: beğenilmek.   

***

Bir yığın ilişkinin, çıkar çatışmalarının, başarısız arzuların, sempatik hınç ataklarının bileşkesi olarak Ayzek Metin özelinde ortalama bir yurttaş portresi çıkarır Cem Yılmaz. Bu portreyi tüm yönleriyle anlatmak elbette imkânsızdır, kaldı ki Cem Yılmaz’ın derdi hikâye anlatmaktan ziyade enstantane durumlar yaratmak: bu anlık durumlardan maksatsa kimi özel gerçekliklere ışık düşürmektir. Hal böyle olunca başlangıç ya da kapanış –final- gibi anlara hususi bir önem atfedilmez: bir kesitten diğerine, zincirleme bir akışla olaylar birbirlerine bağlanır. Nedenler değil, sonuçlar tartışmaya açılır: Cem Yılmaz’ın estetik tavrı karakterlerin ruh hallerini uzun uzadıya ve derinlemesine sunmaktan yana değil, hem böyle bir işlem gerekli de değildir. Cem Yılmaz’ın esas meselesi ruh hallerinin karakterlere belli durumlarda neler yaptırdığını, hangi sözü söylettiğini ya da tersine nerelerde sessizleştiklerini göstermek. Buradaki hassasiyet ince bir işçilik olarak diyaloglarda da kendini açığa vurur: diyaloglar karakterlerin ağzına tam oturur, cümleler sekmez, yavanlaşmaz, dahası tam kesilmesi gereken yerlerde durur, öyle ki sessizlik anları bazen konuşma anlarından çok daha yüklüdür… Cem Yılmaz sadece uzun cümlelerin hakkını vermekle kalmaz; kısa, hatta bazen tek bir kelimenin bile hakkı teslim edilir; misal pilavcının (Anayurt Otel’inde kestaneci vardır bu arada) çekip giderken üzerine para fırlatan Ayzek Metin’e söylediği, ağzının kenarında patlayan, ciğerden dökülen o tek kelime: göt... Başka hiçbir kelime bu kelimenin ne anlamını ne de enerjisini üstlenebilir… Bu türden kelime ve cümle tasarrufları açısından Do Not Disturb başlı başına kayda değer, zanaatçılık yanı ağır basan bir iş…

***

Ayzek Metin’in gerçeklik algısı zedelenmiş, kendi sözünü ve fikrini neredeyse yitirmiştir. İlaç takviyeleriyle ayakta kalabiliyordur, ama sadece ilaç bağımlısı değildir, sürekli takip ettiği kişisel gelişim uzmanlarının cümleleri zihnini işgal etmiştir, bu uzmanların sözleri adeta dinsel bir ağırlığa sahiptir, çoğunu ezberleyemez, ancak kırık dökük dillendirir: kendimi kabul ediyorum. Bu kendini kabul edemiyor oluşun itirafıdır bir bakıma: İdeal ve gerçeklik arasındaki gerilimde öznenin ruhu allak bullak olmuştur, her kabul teşebbüsüne bir itiraz eşlik ediyor, gerçeklik ideal olanın tüm veçhelerini kırıp döküyordur. Ayzek Metin üzerinde şık bir yeşil üniformayla olmayı arzuladığı yerde değil, salaş ve yıpranmış bir üniformayla kendi pejmürde gerçeklik zeminindedir ve oradan çıkması mümkün değildir. Ve bu kaygan zeminde özne sürekli rahatsız ediliyordur, rahatsız etmeyin (do not disturb) bir ricadan çok çaresiz bir imdat çığlığına dönüşmüştür. Bu imdat çığlıklarını teksin etmek için tavsiye ve vaat bağımlısı haline gelmiştir özne. Estetik üretimin bastıramadığı politik bir damar da tam olarak burada seğirmeye başlar: kişisel gelişim uzmanı figürü alttan alta ve hiçbir imada bulunmaksızın kanaat önderlerine, terapistlere, siyasetçi takımına, her şey hakkında fikri olan yarı-entelektüellere ve sair konuşan, yargılayan, fetvalar veren faillere doğru genişlik kazanır.  Ayzek Metin ve türevleri türlü çeşitli yollardan, ideolojiyle, siyasetle, iktisadi hırs ve çıkarlarla, kültürel kabuller aracılığıyla yönlendiriliyor, bir kalıba dökülmeye çalışıyorlardır. Hâsılı bir ses sağanağına maruz kalıyordur özne: kendi sesi ise kayıptır. Ayzek Metin’in ruhunu çalkayan bu ses kalabalığının içindeki en belirleyici ve tahripkâr olan ses odağı ise cismi-bedeni görünmeyen, sadece sesi duyulan annedir: eşiğin gerisinden sürekli komutlar yağdıran, emir ve istekler sıralayan, çemkiren, sitem eden, öznenin kafasının içinden çıkmayan, arzusunu bulandıran bir ses olarak anne… 

***

Ve mizah… Cem Yılmaz’ın demokratik mizahına –olumlu anlamda– melankolik bir bulut refakat etmektedir: bu bulut mizahın demokratikliğine halel getirmeden onu daha rafine ve yoğun hale getirmiştir. Filmin atmosferi puslu ve ıslaktır, cep telefonları yeni ama sokaktaki arabalar eski modeldir, kopulamayan, vazgeçilemeyen bir geçmiş şimdiye dadanıyor gibidir, yapışkan bir ruh hali eşyaların konumundan karakterlerin kılık kıyafetlerine, hatta jest ve mimiklerine kadar sirayet etmiştir: Hüzün keskinleştikçe melankoliyle flörtleşiyordur.

Bu melankolik titreşim hattında Ayzek Metin’in üst ön dişlerinin “kalıbı alınmış” ama hâlâ yapılmamıştır: karakter ağzının ortasındaki bir karaltıyla konuşuyor ve yer yer gülüyordur. Cem Yılmaz’ın mizahındaki niteliksel dönüşümün bariz bir ifadesidir bu durum: inci gibi dişlerle değil, mahcup düşüren, bir el hareketiyle içi görünmesin istenen bir ağızla gülmek… Do Not Disturb bir tür olarak kara-komedi (black comedy): gülmenin tekinsiz, yabanıl, hatta arkaik bir faaliyet olduğu bir tür bu. Bu açıdan bakıldığında sorunsuz ve zahmetsiz bir kahkaha hasadına çıkmışların eli boş döneceği bir film Do Not Disturb. Karakterin ağzındaki o karaltı, o dipsiz boşluk mizahı da sorunsallaştıran bir işleve sahip: huzursuz eden, kişinin kendini de suçüstü yakaladığı bir icraat olarak gülmek.

Usuldendir, kahkaha atmak yahut gülmek ekseriyetle otorite karşıtı bir eylem olarak değerlendirilir: otorite makamlarını boşa düşüren bir pratik olarak kahkaha. Elbette haklılık payı vardır bu bakışın, ama mizah ya da gülmek sadece bu politik veçheden ibaret değildir, zira meselenin antropolojik bir veçhesi de vardır. Bu minvalde Elias Canetti insan dışındaki gülen tek hayvanın sırtlan olduğunu tartışıyordu Kitle ve İktidar’da. Kahkaha atmanın esas itibariyle avın yere düşmesinden duyulan hazla alakalı olduğunu, gülmenin de bu düşüş hazzından, avın birazdan ele geçirileceğinin verdiği galibiyet duygusundan doğduğunu öne sürüyordu Elias Canetti. Cem Yılmaz’ın mizahındaki dönüşüm hamleleri bu antropolojik düzlemde tartışılmaya müsait gibi. Do Not Disturb’te gülme arzusuna musallat olan, bazen arzuyu gerisin geri püskürten, nüksettiği yerde durduran, rahatsızlık veren bir şey var: suç hissini de yedeğine almış, güya masumane ve hasarsız bir kahkahanın büyük tacizcisi olarak sırıtış olabilir mi bu? Gülmek ve sırıtış arasındaki ince ve netameli bir sınırda durarak mizahını gerçekleştiren Cem Yılmaz’ın kendini yeniden kurarken bizatihi kendi geçmişini de tasfiye etmekten çekinmemesi, mizahta karalaşmayı, acılaşmayı, ürpertiyi göze alması ve tüm bunlardan hareketle de çoktan oluşturduğu izler-çevresini biraz da kasıtlı bir şekilde hayal kırıklığına uğratması, ters köşeye yatırması... Ece Ayhan’ın “kötülük toplumu” tabiri uyarınca gülmek o sinsi ya da apaçık sırıtışların da açığa çıkacağı bir edimdir artık: sözgelimi durup dururken, laf arasında, “ne alaka şimdi” tepkilerini de alarak, “göçmenler diyorum, başka bir şey demiyorum, duruyorum” diyordu Ayzek Metin; sahiden öylece duruyordur, ama tam durduğu yerde, ya da biraz daha devam edilse bir kanalizasyon borusunun her an patlama ihtimali, pis pis sırıtışlarla...  

***

Alkolik eczacı Saniye hanım, kişisel gelişim uzmanı Peri kadın, yahut çamaşırcı kadın gibi tüm esas karakterleri, hapçı ve trans gibi çevre tipleri ve oyunculuklarıyla göz dolduran Do Not Disturb’ü yalnızca Anayurt Oteli ile kıyaslamak elbette haksızlık olur: nitekim Her Şey Çok Güzel Olacak ile başlayan ve Hokkabaz ile devam eden uzun bir çizgi söz konusu. Bu çizgiyi kendi süreklilikleri ve kopuşları içinde tartışmak, dönüşümlerini görünür kılmak işinin ehli sinema eleştirmenlerine düşer. Aksiyon ve polisiye meraklısı amatör bir izleyicinin sezgisi ancak şu sonuca varabilir: bu ülkede bir Cem Yılmaz sineması var...