Yaralı Cemaatler
Cuma Çiçek

Benedict Anderson milliyetçilik üzerine 1983 yılında kaleme aldığı meşhur Hayali Cemaatler (Imagined Communities) adlı çalışmasında, bir milleti/ulusu kendilerini bir grubun parçası olarak algılayan insanlar tarafından hayal edilen, sosyal olarak inşa edilmiş bir topluluk olarak tanımlıyor.

İnsanları kendilerini bir grubun üyesi olarak görmelerine iten sosyal inşa süreçleri neleri kapsar? Dil, din, kültür gibi grup içi ortaklıkları mı? Toplumsal olarak inşa edilmiş, kahramanlıklar kadar kolektif unutmaları içeren ortak bir geçmişi mi? Ortak bir gelecek ufkunu mu? Yoksa öteki ya da ötekilerle kurulan ilişkileri mi? İyilik hallerini mi, yaraları mı? Bunların tamamının etkileri söz konusu elbette. Ancak bu yazıyı izninizle “yara” meselesine ayırmak istiyorum.

Yara ve politik mobilizasyon

Yara, Türkiye, İsrail/Filistin gibi toplumsal çatışma alanlarının canlı olduğu ülkelerde grup kimliğinin oluşmasında en önemli politik mobilizasyon kaynaklarından birini oluşturuyor. Çoğu durumda umuttan daha etkili. 7 Ekim 2023 günü büyük bir şiddetle patlak veren İsrail/Filistin çatışması “yaralı cemaatler” üzerine daha fazla düşünmemizi, yarayı üreten ve yaranın yeniden ürettiği şiddette bu kör döngüden nasıl çıkacağımıza dair kafa yormamızı gerektiriyor.   

Yaralı cemaatler sadece şiddet üretme potansiyeli taşımıyor, aynı zamanda bizi yaralar üzerine inşa edilen geçmişin patikalarına/yollarına bağımlı kılıyor. Bu patikalar/yollar bir yandan gelecek üzerinde aşılması zor kısıtlar, sınırlar inşa ederken; çoğu durumda daha iyilerinin mümkün olduğunu bilmemize rağmen bizleri kötü seçeneklere mahkûm ediyor, kilitliyor.

Türkiye yaralı cemaatler ülkesi. Bu meseleyi daha önce daha çok Kürt politik mobilizasyonu bağlamında ele almıştım.[1] İstanbul’da katıldığım küçük bir tartışma grubu, “yara”nın sadece Kürt alanının değil Türkiye genelinde toplumsal alanın oluşumundaki belirleyici etkisini daha iyi görmemi sağladı.

Kürt politik mobilizasyonunda Kürt dili, kültüründen daha etkili olan asıl dinamik yara.  “Mezar-dağ-sürgün-zindan” üzerinden açılan yara politik Kürt kimliğini yeniden üretiyor. Bu durum Türk devletinin en büyük açmazı. Zira, devlet Kürt itirazını bastırdıkça mezar-dağ-sürgün-zindan halkalarını yeniden üretiyor. Her ölen, dağa çıkan, sürgüne giden, zindana düşen Kürt, beklenenin aksine Kürt itirazını büyütüyor. Yüzyıllık Cumhuriyet hikayesinin özeti bu.

Kürt kimliğinin formasyonunda olduğu gibi Ermeni, Süryani, Rum, Yahudi kimliklerinin formasyonunda da yara çok belirleyici. Kürtler Türklük halkasının dışında kalırken bu gruplar hem Türklük hem de Müslümanlık halkasının dışında duruyorlar. Kürtler asimilasyona maruz kalırken bu grupların maddi ve sembolik varlıkları büyük oranda ortadan kaldırıldı, kalan küçük cemaatler ise yıllarca ayrımcılığa uğradılar, hâlâ uğruyorlar.

Alevi kimliği için de benzer bir analiz yapmak mümkün. Alevi yarası Cumhuriyet öncesine dayanan daha derin bir yara. Bir yandan Cumhuriyet’in sağladığı “laiklik halkasının” içinde hâkim Sünni-Müslim gruplar karşısında bir güven alanı bulan Aleviler öte yandan hiçbir zaman resmi olarak tanınmadı. Ne kamusal alanda ne de devlet ve siyaset nezdinde Sünni-Müslüman kimliğe denk bir statü elde edebildiler. Ayrıca, bu yara Cumhuriyet döneminde Dersim’de, Maraş’ta, Sivas’ta yeniden kanatıldı. Bugün hâlâ Alevilerin kimlikleri, en önemli sembolik kaynakları tanınmıyor ve tüm laiklik iddialarına rağmen ülke genelindeki Sünni-Müslim hakimiyeti sürüyor.

Kürtler, Aleviler ve Müslümanlık halkasının dışında kalan Ermeniler, Rumlar, Yahudiler, Süryaniler esasında Türkiye’de ana politik merkezi ve ana politik aktörleri oluşturmuyorlar. Geniş anlamda ülkedeki azınlıkları teşkil ediyorlar.

Azınlıkların yanı sıra ülkedeki hâkim Sünni-Müslim gruplar içerisinde de yaranın politik mobilizasyonda etkili olduğu görülüyor. Bu anlamda dindar-muhafazakârların da bir tür yaralı cemaat olduğunu söylemek mümkün. Kuşkusuz bu cemaatin yaraları azınlıkların yaralarıyla kıyaslanamaz. Bununla birlikte, hem maddi kaynaklardan paylarını uzun yıllar alamamaları hem de en önemli sembolik kaynakları olan dini kimliklerinin kamusal alanda uzun yıllar yer bulamaması muhafazakâr camiada da bir tür yara yaratmış durumda. Öyle ki son yıllarda ekonomik ve siyasi alanda yaşanan derin krize rağmen AK Parti’ye dönük desteğin hâlâ sürmesinde bu yaranın etkisinin çok belirleyici olduğu söylenebilir. 80 yıllık maddi ve sembolik kaynak kaybının son 20 yıldaki kayırmalara rağmen hâlâ telafi edilmemiş olduğu hissi ve algısı AK Parti iktidarına dönük desteğin en önemli kaynaklarından birini oluşturuyor.  

İsrail devleti ile Hamas arasında yaşanan ve yüzlerce sivilin hayatına mal olan çatışmalarda da yaranın politik mobilizasyondaki etkisini görmek mümkün. İsrail-Filistin meselesinde çatışmalar bir asrı aşmasına rağmen sorun devam ediyor ve yakın zamanda bir çözüm bulunacak gibi değil. Bir yanda milyonlarca Yahudi’nin öldürüldüğü Holokost[2] gibi büyük bir yaranın şekillendirdiği Yahudi cemaati bulunuyor. Öte yanda bu kolektif yaranın empati yeteneğini geliştirmesini bekleyebileceğimiz Yahudi cemaatinin çoğunluğunun desteğini alan İsrail devletinin her geçen gün yarasını daha da kanattığı Filistinliler bulunuyor. İsrail devletinin sürekli kanattığı Filistin yarası, 7 Ekim sabahında görüldüğü gibi dönüp İsrail’i vurabiliyor, tüm güç, büyüklük ve refah iddialarını alt üst edebiliyor.

Bilmeme değil tanımama!

Bu açmazdan çıkmak mümkün mü? Yaralar üzerine inşa olan kolektif kimlikler esasında geçmişe dayanır. Geçmişi referans alır ve oraya konuşur. Bu anlamda gelecek ufku zayıftır, çoğu zaman böylesi bir ufuktan yoksundur. Bu ölümcül döngüden çıkmak için ne yapmak gerekir? Ortak bir gelecek ufku inşa etmek mümkün mü?

Bu noktada sanırım başlangıç noktasını yüzleşme ve tanıma oluşturuyor. Zira, Türkiye’de de sorunların kaynağı olarak çokça dile getirilen bir yaklaşım var: diyalog eksiği ve bilmeme. Ben durumun bilmeme değil yüzleşmeme, tanımama olduğunu iddia etmek istiyorum. Esas sorun, gerçeklerle yüzleşmekten kaçınma, baskı altında olan grubun/grupların haklarını, hukukunu tanımama ve bu tanımama halinin bir norm olarak geniş kesimlerce kabulü oluşturuyor. Sorun mevcut güç ilişkilerinin bu durumu koruyacak ve sürdürecek şekilde kurulmasından kaynaklanıyor.   

Etnik gruplar ve sınırları üzerine çalışan Fredrik Barth’ın altını çizdiği üzere etnik farklılıklar sosyal etkileşimin ve kabulün yokluğuna dayanmaz, aksine etnik gruplar arası temaslar ve bağımlılıklar üzerine inşa olur. Farklı etnik grupların eylemde bulunduğu sosyopolitik ve sosyoekonomik bağlam içerme ve dışlama mekanizmalarına dayanan sosyal süreçlerle inşa edilir. Bu sosyal içerme ve dışlama süreçleri vasıtasıyla ayrık grup kimlikleri varlığını sürdürür.

Etnik gruplardan öteye genel olarak “grup” üzerine çalışan Roger Brubaker’in hatırlattığı üzere esasında “grup” bir grubu değil sosyal olarak inşa edilen “grup olma halini” ifade eder. Bu grup olma hali, devletlerden toplumsal hareketlere kadar farklı ve çoğul politik girişimciler tarafından politik, sosyal, kültürel ve psikolojik süreçlerle inşa edilir.

Yara patikasını kırmak

Çatışma çözümü ve barış inşası çalışmalarında da çokça tartışılan yüzleşme meselesi iyi bir başlangıç noktası olabilir. Bununla birlikte, yaralı cemaatlerin inşa ettiği patikaları kırmak ve ortak bir gelecek ufku oluşturmak için öteye geçmemiz gerekiyor.

Bunun için dört mesele kritik öneme sahip. Kuşkusuz bunlardan ilkini kaynak bölüşümü oluşturuyor. Tüm bu çatışmaların kökeninde kaynak bölüşümü meselesi bulunuyor. Türkiye’nin geniş anlamda azınlıklar meselesi de, muhafazakârlık/sekülerlik üzerinden süren çatışmalar da esasında bir kaynak bölüşümü meselesi. Kaynak bölüşümünün daha adil yollarını bulmadan geçmişin patikalarını kırmamız mümkün değil.

İkinci meseleyi sembolik kaynaklar oluşturuyor. Etnik, ulusal, dini, mezhepsel kimlikler bizlerin sembolik/kültürel kaynakları. Bu sembolik kaynakların tanınmaması, farklı şiddet biçimleriyle yok edilmeye çalışılması sadece sosyal varlığımızı hedeflemiyor, aynı zamanda maddi kaynaklara erişimimizi sınırlandırıyor. Daha açık bir ifadeyle sembolik kaynakları daha “kıymetli” görülen/kılınan gruplar aynı zamanda daha fazla maddi kaynağa erişiyor. Aynı şekilde maddi kaynaklara daha fazla sahip olan gruplar bir yandan kendi sembolik kaynaklarını daha kıymetli kılarken öte yandan diğer grupların sembolik kaynaklarını “kıymetsizleştiriyor”.

Bu noktada, üçüncü olarak, güç paylaşımının altını çizmek gerekir. Maddi ve sembolik kaynakların bölüşümü ve kıymetli kılınması elbette bir toplumsal dönüşümü gerektiriyor. Toplumun yeni normları, değerleri benimsemesini zorunlu kılıyor. Bununla birlikte bu toplumsal dönüşüm için yapısal koşulların inşasına ihtiyaç var.

Toplumların eşitlik ve adaleti sağlama ve bunu koruma potansiyeli güç paylaşımını sağlama becerilerine bağlı. Farklı güç odakları arasında çoklu ve karşılıklı denge ve denetleme mekanizmaları inşa edebildiğimiz ölçüde yaralı cemaatlerin inşa ettiği patikalardan çıkıp yeni yollar inşa edebileceğiz.

Son olarak, tüm bunların gerçekleşmesi ilgili aktörlerin tüm süreçlere katılımını gerektiriyor. Katılım hem tanımanın hem yüzleşmenin hem maddi ve sembolik kaynak bölüşümünün hem de güç paylaşımının kilit kavramı. Katılabildiğimiz ölçüde yarayı iyileştirip aşabiliriz.


[1] Yara, Umut ve Güven arasında Kürt siyaseti - Cuma Çiçek | Birikim Yayınları (birikimdergisi.com)

[2] Yunanca tamamen yakılmış, yanıp kül olmuş anlamına geliyor.