7 Ekim’de Hamas’ın İsrail’e yaptığı saldırının bütün dünyada 11 Eylül’le kıyaslanabilecek bir şok dalgası yarattığını söylemek hiç de abartı sayılamaz. Bu şok dalgası, İsrail’in ilk tepki olarak hava bombardımanlarıyla öldürdüğü binlerce insana yenilerini misliyle ekleyecek –henüz başlatılmamış– büyük çaplı “Gazze’yi kazıma” harekâtı sona erdiğinde de yatışmış olmayacak. Çünkü 7 Ekim’de “Filistin sorunu” var olduğundan beri aktif bir yanardağ immişçesine her beş-on yılda bir vuku bulan patlamaları aşan bir şey oldu. 7 Ekim’deki ilk saldırıyı gerçekleştiren Hamas’ın İsrail tarafına verdirdiği sivil, asker zayiatı önceki patlamaların toplamını bile kat kat aşmıştı mesela. İsrail’in “refleksi” de öyle. Ama asıl “aşılma” her ikisinin de belirgin bir gözü dönmüş, sınır, kural tanımaz ruh haline kapılmışçasına icra edilmesindeydi. İsrail daha önce de pek çok defa yaptığı “cezalandırma bomdardımanları”nda en azından lafzen sakındığı askeri olmayan hedefleri bu kez “yanlışlık oldu” bahanesine bile tenezzül etmeyerek tahrip etmekten çekinmedi. Gözü dönmüşlüğü o derecedeydi ki Gazze’dekilerin tamamını Hamaslı, Hamaslıları da IŞİD’den bile vahşi olup, “insan görünümlü hayvanlar” diye gördüğünü en yetkili ağızlardan tekrarlamaktan kaçınmadı. Hamas ise kan dondurucu bir vahşetle icra ettiği, yüzlerce sivil insanın öldürüldüğü katliamlarıyla daha önce intihar bombacılarıyla yaptığı sivil katliam “geleneği”ni artık sınır tanımaz bir rotaya yönelttiğini ilan etmiş oldu.
Bir diğer aşırılığı, aşılmayı da İsrail’e verilen uluslararası düzeydeki destekte izledik. Daha önceki patlamalar esnasında da –otomatik olarak– İsrail tarafında duran, onun faşizan “yerleşimci koloniler” marifetiyle yürürlüğe koyduğu –başlı başına bir tahrik nedeni olan– Filistin topraklarını gasp etme politikasına bile ses etmeyip bu devletin kendi halkının büyükçe bir kısmı tarafından bile “apartheid” diye mahkûm edilen uygulamalarına ses çıkarmayıp, bütün bunları İsrail’in “kendini savunma hakkı” kılıfı altında meşrulaştıran ABD’nin başını çektiği Batı bloku, bu kez de tam kadro halinde İsrail’in arkasında yerini aldı. Ama bu defa belirgin bir endişe, telaş ve hatta panik hali sinmişti bu tavır alışa. Öyle ki paniklemenin bir tezahürü olarak AB alelacele Filistin’e yapılan insani yardımı iptal etme kararı alabildi. Gerçi iki gün sonra bu karar biraz yumuşatıldı ama 7 Ekim “olay”ından duyulan ve daha önce karşılaşmadığımız endişeye, korkuya kapılma halini telafi etmeye de yetmedi. Yine bu ciddi endişe havası içinde ABD, Akdeniz filosunun uçak gemisini bir armadayla hemen İsrail sahiline yolladı, epeydir onun “yancı”lığına sıvanmış Büyük Britanya da birkaç muhriple eşlik etti ona, süratle askeri yardım paketleri hazırlandı, Başkan Biden alelacele “olay yeri”ne koştu.
Şüphesiz bu telaş ve endişeye kapılma halinin görünen ve başlıca nedeni Hamas saldırısının çap ve etkinliğinin büyüklüğüdür. Uzun bir zamandır dünyanın en kudretlilerinden biri sayılan ve bu ününü defalarca kanıtlamış olan İsrail askeri ve sivil istihbaratına ve onun birincil derecede hedefi olmasına rağmen Hamas’ın bu derecede ayrıntı ve hazırlık gerektiren, binlerce militanı işe koşan bir organizasyonu becerebilmiş olmasının İsrail ve destekçisi devletleri sersemleştirecek kadar şaşırtması doğaldır. Buna geçen on yıllar içinde oluşmuş “İsrail biraz örselenebilir ama yenilmez” efsanesinin çok ağır bir yara almasının doğurduğu ciddi endişe de eklenmişti elbette. Hamas’ın tünellerde, “merdiven altı” atölyelerde onca yoksulluk ve yoksunluğa da göğüs gererek imal ettiği füzelerle, İsrail’in “asla delinemez”liğiyle övündüğü, ultra teknoloji eseri sayılan hava savunma sistemini, gayet namlı “demir kubbe”sini delerek ülkenin ortasındaki şehirleri defalarca vurabilmesi, bu güç derecesine ulaşabilmiş olması ise, endişe perdesinin de yıkılıp korku iklimine girilmesine fazlasıyla yetmiştir sonuçta. Artık İsrail bu korku ikliminin tam ortasındadır. Ve kendisini kuşatan çevre –Arap dünyası– içindeki konumlanışının gereği ve itişiyle bu iklimin acı soğuğunu veya yakıcı hararetini iliklerine kadar hissetmeye “mecbur” hale gelmiştir. Korkulur ki bu “mecburiyet”, İsrail’in en azından kendi Yahudi kökenli yurttaşları için şimdiye kadar koruyabildiği demokratik bir toplum ve devlet olma özelliğinin hızla yitirilmesine kadar sürükleyebilir onu. Bu sürüklenişin alametleri bir süredir açıkça gözlemleniyordu zaten. Olağanüstü bir silkiniş olmaz ise, nükleer silah sahibi, pek çok ileri teknoloji alanında söz sahibi düzeye erişmiş İsrail, kapılacağı gayet derin varoluşsal kaygı girdabında, sadece yakın bölgesi için değil, dünya için de, hassas pimli bir saatli bombaya dönüşebilir.
Fakat en az bunun kadar önemli bir boyutu ve yansıması daha var 7 Ekim olayının. Eğer Hamas, Gazze gibi küçük ve kuşatılmış bir alanda, tarifsiz bir yoksunluk içinde debelenen bir halkın içinde, sadece İsrail’in değil dünyanın en güçlü istihbarat aygıtlarının sürekli gözetimi altında bu çap ve etkinlikte bir girişimi kendince başarıyla gerçekleştirebilmiş ise; “biz de pekâlâ yapabiliriz” diyecek olan grupların kendisinde asla olamayacağını söyleyebilecek ülke ve devlet var mıdır dünyada? Bir süredir uğratıldıkları mağlubiyetler, maruz kaldığı etkin askeri operasyonlar sonucu bir gerileyiş süreci yaşamakta olan El Kaide, IŞİD ve türevi örgütlerin Hamas örneğinden bir canlanma ivmesi edinmeleri ihtimalini bir tarafa bırakın; en demokratik denilen ülkelerde bile hızla güçlenen yabancı düşmanı akımların ve havanın da etkisiyle gettolaşmaya itilen azınlık milliyetler, dinî ve mezhebi toplulukların yanısıra, giderek sayıları ve etki alanları artan otoriter-popülist iktidarların tamamının birincil iç siyaset stratejisi olarak uygulayageldikleri kutuplaştırıcı siyasetlerle günah veya sorun kaynağı olarak damgalanan toplulukların ve toplumların birbirlerini neredeyse düşman addeden cephelere ayrışmasının istisna olmaktan çıkışını, bu epeydir devam eden genel gidişatı göz önüne getirin yeter. Buna insanlara zarar vermek, hatta topluca katletmek için kullanılabilecek konvansiyonel silahların yanısıra biyolojik, kimyasal silahları üretme teknolojilerinin hayli kolay erişilebilir oluşunu da eklersek tablo büsbütün kararmakta değil midir?
Dolayısıyla 7 Ekim olayının tüm devletlerde bir alarm zili etkisi yapacağı muhakkaktır. Bu alarm ile yönelinebilecek iki ana politik kulvar var. Ve seçim yapmak gerekecek. Herhalde İsrail’in de her zaman yaptığı gibi derhal ağır şiddetli bir cezalandırma saldırısı başlatmayıp bir haftayı aşkındır –hayli ağır da olsa– hava bombardımanlarıyla yetinmesi, o görülmemiş şiddette olacağı ilan edilen Gazze’yi –tam tabiriyle– kazıma hedefli kara harekâtını bekletmesi de büyük ölçüde bu yüzden. Anlaşılan, şimdiye kadar benzer durumlarda nasıl karşılık verileceği konusundaki kararı ve uygulama araç ve kurallarını tayin etme yetkisini İsrail devletine bırakan “Batı ittifakı” sorunun aşırı kritik olduğuna hemen hükmederek kararın ve uygulamanın kesinlikle ittifak liderliğinin onayına tâbi olduğunu dikte edebilmiştir İsrail devlet ve hükümetine. Böylece İsrail devletinin Filistinlileri er geç “–vaat edilmiş– İsrail toprakları”ndan sürüp atma hedefli genel politikasının dışında da bir yol bulunması ihtimalini yok saymadıklarını göstermek istiyor olabilirler ama gelinen noktada buna kendilerinin de muhataplarının da ne kadar inandığı şüphelidir.
7 Ekim’den sonra toplumun birliği sorununu yeniden düşünmesi gereken mevcut tüm ulus-devletlerin “demokratik” sıfatını taşıyan ve bunu mutlaka korumak isteyenlerin, bu sıfatı temelinden erozyona uğratan yabancı ve azınlık karşıtı hareket ve akımlara karşı ne denli etkili önlemler alacağını göreceğiz. Türkiye gibi kutuplaştırıcı ve günah keçileri türetme politikaları ile hükmünü yürütegelen otoriter popülist iktidarlar geleneğini sürdüren ülkelerde halihazır yönetimlerin “bu gidişimiz hayra alamet değil” deyip, tahrip etmekten bıkmadıkları demokratik kurum, kural ve zeminleri canlandırmaya yönelmeleri ihtimali ise yok sayılabilir. Örneğin Cumhuriyet’in yüzüncü yılına giriliyorken, başından beri bu ülkedeki “toplumsal birliğin” birincil sorunu olarak kanayan Kürt sorunu konusunda yıllardan beri durduğu nokta, “failleri –dillendirenleri– susturarak veya ‘etkisizleştirerek’ sorunu da yok saydırmak” mantığı olan Türkiye’deki iktidar, İsrail-Filistin tecrübesinden “bu yolu henüz çökmemişken bırakalım” gibi bir ders çıkarabilir mi?