Günümüz psikiyatri/psikoloji kliniğine hakim olan eğilimin teoriden uzaklaşması, teorisiz bir klinik varsayması/önermesi, bir tür “boş levha” (tabula rasa) özlemine/nostaljisine yaslanması gibi özelliklerinden söz ediyorduk. Teorinin tasfiyesiyle ortaya çıkan boşluğun kaçınılmaz olarak klinisyenin değer yargıları tarafından doldurulmak zorunda oluşundan. Metapsikolojik bir teorinin rehberliğinden mahrum bir klinik pratiğin değer yargıları karşısında savunmasız kalacağı, toplumsal uyum meselesi haline geleceği, bir tür toplumsal/yasal normlar çerçevesinin dışına çıkamayacağı apaçıktır çünkü. En nihayetinde, somut hastayı ve onun ızdırabını ıskalayan, suçlayıcı ve çocuksulaştırıcı bir efendi söyleminin üretilmesiyle sonuçlanacak bir “klinik” öngörmektir bu. Dışarıdaki bir gözlemci tarafından kaydı tutulan, dışsal olarak gözlemlenebilir fenomenlerin güya-nesnel tanımlanması ve sınıflandırılmasının varacağı yer, paradoksal biçimde “nesnel” bir zemin ve dayanak olarak kliniğin kaybı noktasıdır. Burada, özneyi kendi hakikati, kalbinin ve zihninin hakikati içinde tanıma arzu ve hevesi için herhangi bir yer yoktur artık. Diğer ötekilerle ilişkileri içinde, özneler-arası alanda, demek mütemadiyen yeniden oluşan bir anlamlar alanında ortaya çıkan özneyi ve ızdırabını, söz konusu öznelliği müştereken kat ederek, onun kendi iç dünyasının terimlerine tercümesini ortaklaşa bir çabayla gerçekleştirerek anlama amacı da yoktur.
Diğer yandan, has bir psikiyatri/psikoloji kliniğinin temellerini aşındıran bu eğilime tepki olarak ortaya çıkan arayışların, söz konusu boşluğu giderme amacı güden teori/felsefe ilgisinin ise kliniği büsbütün ortadan kaldırma riski barındırdığından söz ediyordum. Aşağıdaki satırlarda yer alan uyarılara/endişeye parelel bir şeyden:
“…yönelimim öncelikle klinik ve amacım analitik danışma odasında etkileşen hasta ve analisti anlamak. Ama teori kendi başına önemli ve ilginç olmanın yanısıra klinik açıdan yararlı da olmalı. Analistin, bir teoriyi bilinçli olarak benimsese de benimsemese de mutlaka bir teorisi olacağı için, kanımca, bilinçdışı bir önyargı yerine bilinçli bir teorisinin olması daha iyi. Yine de ayrıntılarıyla açıkladığım teorik anlatıların görüşme odasında, hastayla fiilen birlikteyken uygulanacak formüller olmadıklarının ve arka planda yönlendirme sağlamayı amaçladıklarının altının çizilmesi önemli. Burada analistin asli görevinin hasta için hazır ve uygun olmak ve zihnini onun bildirdiklerini mümkün olduğunca az müdahaleyle anlamaya açmak olduğu konusunda Bion’la (1970) aynı fikirdeyim. “Hafıza ve arzu” gibi teori de analistin zihnini doldurabilir ve hastanın yansıtmaları için yeterince yer kalmamasına yol açabilir. Bununla birlikte seans aralarında, yazı yazarken ve meslektaşlarla yapılan tartışmalarda benimsenen basit ve anlaşılır teorilere dayanan sağlam bir teorik yaklaşım, hastayla birlikteyken teorinin arka plana kaymasını kolaylaştırır.”[1]
Demek teorinin aşırılığı/fazlalığı, kliniğin alanını istilası, bir yüke/engele dönüşme ve deneyimi gölgede bırakma olasılığı karşısında da dikkatli olunmalıdır. Klinisyenin içinde çalıştığı ve düşündüğü teorik konjonktürü son kertede belirleyen, nihai referans, hizalanma ve müracaat noktası pratiktir çünkü. Karşılıklı olarak birbirini koyutlayan, önvarsayan, koşullayan, içeren/kapsayan, deyim yerindeyse diyalektik bir ilişki söz konusudur burada. Ancak teorinin yamacında/rehberliğinde gelişen, ortaya çıkan klinik pratik de savrulma, dağılma ve yön kaybına karşı koruyacak olan yegane çıpa, bir tür istinad duvarıdır. Teori bir kılavuzdur şüphesiz, nasıl ve hangi zeminlerde düşüneceğimizi, nereye bakacağımızı, neleri görüp işiteceğimizi ön-belirleyen, kavramlar/fikirler bütünüdür. Üzerine bastığımız zeminden, mesafe, sınır ve engellerden emin olmamızı sağlayan bir yuva/çerçeve içinde olduğumuz duygusu, bu rahatlatıcı aşinalık teori sayesindedir. Biçim ile içerik arasındaki karmaşık ilişkiler, görünür ile örtük arasındaki indirgenemez aralıklara ilişkin işaret ve uyarıların kayıtlı olduğu gövdedir teori. Ama klinik söz konusu olduğunda teorik tüm kavram ve fikirlerin insan ızdırabından kaynaklandığı, ızdıraba cevap olarak ortaya çıktığı unutulmamalıdır.
Psikiyatri/psikoloji kliniğine ilişkin sınırların, kuralların, çerçevelerin, zeminlerin silinmesi ve kaybına yol açan ve bunlarla doğrudan ilişkili bir manzara bu. Tam bir başıbozukluğun yanısıra irili ufaklı çeşitli örnekleriyle karşılaştığımız sahtekarlıklar da bu manzarayla bağlantılı. Hangi niteliklere ve değerlere, hangi yasallık ve meşruiyet dayanaklarına sahip oldukları belirsiz bir takım kişi ve grupların kendi kendilerini -örneğin psikanaliz eğitimi ve formasyonu konusunda- yetkilendirmeleri gibi garabetliklerin bini bir para artık.
[1] John Steiner, Ruhsal İnzivalar, Çev. Ezgi Trak, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, Ocak 2023, s. 2.