Yukarıdaki başlık Demirel’in 1966 yılındaki bir baraj açılışında söylediği “yaparsanız, yapılır” sözünden kinaye. Tanıl Bora’nın rikkatli üslubuyla, “pragmatist iradeciliğin mükemmel sloganı” olan bu tutum ve teşvik çabası, bugünkü Türkiye’de büyük ölçüde yıkımı içeriyor, hem de aynı ‘pragmatist iradecilikle’ [1]. Sadece şantiyeden, yapmak için yıkmaktan, yapma bahanesi olarak yıkmaktan söz etmiyorum. Bizatihi yıkmaktan, molozun, molozluğun neşvünema bulmasından, bundan bir çeşit ‘yapma’ hazzı alınmasından söz ediyorum. Buna her yıkımı, hatta her felaketi kendisi için fırsat bilen tiksindirici ve gözü dönmüş girişimciliği de ekleyebiliriz.
Bunları düşünmeme neden olan şey Şubat 2023’teki depremin seneidevriyesine erişmiş olmamız. Deprem 11 kenti, bazılarını geri dönülmez biçimde etkilemiş. Depremin ardından yaşanan tartışmalar, devletin tepeden tırnağa görünen hali, AFAD’ın, Kızılay’ın ve benzeri kurumların utanılacak durumu, sivil toplum örgütlerinin propaganda faaliyetleri, medyanın acınası halleri ve daha niceleri… bu depremin yıkıntılarının, bir başka yıkımın ve onun molozların üzerinde durduğunu, bu kez de deprem vesilesiyle, gösterdi.
Depremin gerçekleştiği yerleri depremden sonra görmedim. Oralarda yaşanan depremin neden olduğu yıkımı, depremden sonra yaşananları bilmiyorum. Birçok kişi gibi olup biteni büyük ölçüde sosyal medyadan takip ettim, onların da çoğu kısa videolar, fotoğraflar, uzun-kısa anekdotlar, bazı ifşalar, isyan eden ya da çaresizliğini paylaşan iletiler… Bürokratların ve hükümet mensuplarının ya da onlarla ‘iltisaklı’ siyasetçilerin mağdurlarla ve makul insanlarla empatiden, ortak duyguda buluşmaktan epey uzak ve tuhaf böbürlenmeleri bir kenara bırakılacak olursa bu ülkede yaşayanların acıda ve kederde buluşmak gibi sıradan insan hasletlerinden de soyundukları seziliyor. Kanaat önderliği ve tarafgirlik yapmaktan kalınlaşmış enseleri ve bomboş, anlamsız ya da düpedüz saçma söz dizimleriyle konuşmaya devam eden hatiplerin özgüvenlerine şaşırmamak için farklı bir dirayete sahip olmak gerek.
Böylesi durumlarda, böylesi yozluklara maruz kalmak insanın insanlıktan beklentisine hakaret gibi geliyor.
***
“Deprem Türkiye’nin gerçeği” gibi beylik, klişe laflardan herkes gibi ben de sıkıldım. Sürekli depremle ilgili ne kadar çaresiz olduğumuzu gösteren, oraya dikkat çeken ve bu çaresizliği kendi iktidarının devamına ya da iktidar olma talebinin payandasına dönüştüren siyasetçilerden sıdkım sıyrıldı. Bu konuda pek de yalnız olmadığımı düşünüyorum, böyle düşünmemize neden olan bir yıkımın içerisinde olduğumuzu çoğumuz seziyoruz. Hiçbir sonuç üretmeyen, felaketi göstermekten başka bir işe yaramayan hem mevcut depremin neden olduğu hem de yakında gerçekleşmesi beklenen diğer ‘büyük’ depremin daha da beterine neden olacağı yıkımın gerçek nedeninin deprem olmadığını bilmek, bütün bu ıstırabı ve çaresizlik duygusunu kabartıyor.
Oğuz Işık, Toplum ve Bilim’in 165. sayısındaki “Güvensiz Kentler, Güvensiz Yurttaşlar” makalesinde Türkiye’deki kentlerin, afetlere karşı dayanıksız ve hazırlıksız olduğunu ve demokratikleşmenin önünü tıkayan, kentli olmayı engelleyen ve yurttaşlarına muhafazakarlığı dayatan bir yapıya sahip olduğundan söz eder. Oğuz Hoca Türkiye’deki kent ve yurttaşlık sözleşmesi arasındaki ilişkinin bozulma sürecini anlatırken “toplumu toplum yapan her ne varsa kent üzerinden okunabilir” der (s. 9) ve devamında Ağustos 1999 Depremi ve Şubat 2023 Depremi arasındaki asıl ilişkinin, o kentleri kuran ilişki ağlarındaki yozlaşma olduğunu ifade eder [2].
Hoca’ya katılmamak mümkün değil. Sahiden de deprem bahanesiyle seri halde işlenen cinayetlerden dolayı kimsenin suçlanamayacak, gerçek sorumluların cezalandırılmayacak olmasının nedeni kentleri kuran ilişkilerin büyük ölçüde yozlaşmış olmasından, büyük bir suç şebekesi olarak işleyen kent düzeninden kaynaklanıyor. Haliyle sermaye kent üzerinden şişmeye devam ederken yerel yönetimlerden gecekondu sahiplerine kadar birçok farklı kişiyi ve kurumu kendi suç ortağı haline getiriyor.
Böylelikle depremin kahrediciliği bir doğa hareketi olarak değil, kentlerde yaşayan kişilerin ekonomik ve politik tercihlerinin, onları bu tercihlere yönlendiren, sürükleyen ya da zorlayan koşulların bir sonucu olarak yaşanıyor ve kolaylıkla ‘kader’ haline geliyor.
***
Buradaki tek mesele depremlerle başlayan yaşanan yıkımlar değil. Bu yıkımların ardında, bunu da tetikleyen ve bir fasit daire halinde tecrübe edilen bir süreci -isterseniz yıkım mekaniğinin diyelim- işlediğini düşünüyorum. Malumunuz, toplumda hiçbir şey ‘kendinde bir şey’ değil. Sosyal ilişkiler söz konusu olduğunda toplumdaki hiçbir ilişki bir diğerinden kolaylıkla yalıtılamadığı için depremlerin yıkıcılığı, daha büyük bir yıkım duygusunun içerisinde eriyerek ilerliyor. Uzun ve tafsilatlı bir döküm yaparak bu görüşü temellendirmeme gerek yok. Türkiye’de yaşayan kişilerin batıdaki ülkelere göç edebilmek, orada yeni bir yaşama başlayabilmek için göze aldıklarına bakın; yurttaşların ekonomiye, hukuka, siyasete, eğitime duydukları güvene bakın ya da gelecekten beklentilerine bakın, tablo aynı, kesif bir çaresizlik ve sıkışmışlık hissi. Umutsuzluğun ötesinde bir şeyden bahsediyorum. Sadece ‘muhalif’ denen seçmenleri değil, bütün yurttaşları ve göçmenleri, bu ülkede yaşayan herkesi kapsayan bir duygudan söz ediyorum.
***
Şubat 2023 Depremi’nden sonra yaşanan süreci ve bunun bu ülkede yaşayan kişiler üzerindeki etkisini baştan aşağı tarif edemem. Görebildiğim kadarıyla başlarda depremin neden olduğu şok ve sarsıntıyı seçimleri kazanmak için bir fırsat olarak gören fırsatçılık ile depremin enkazını süratle kaldırmayı ‘iş bitiricilik’ olarak göstermek isteyen aymazlık şeklinde iki eğilim belirdi. Devamında ise depremin neden olduğu yıkım ve bunun sonuçları, siyasi çekişmenin gölgesi altında giderek sönümlendi. Geriye kalan şey siyaseti bu gündeme çekebilmekti. Bu da deprem sonrasındaki yıkımın müsebbipleri ile hesaplaşma iradesini gösterecek kişilerin aktüel siyasette yer alması, birçok sorunla birlikte deprem sonrasında yaşanan yıkımın da hesabını sormak için mücadele etmesi anlamına geliyordu. Yani o bölgelerdeki yerel yöneticiler, milletvekilleri, parti il başkanları, sivil toplum örgütleri ve diğer herkes, böylesi bir felakete sebep olanların hesap vermesi, böylesi hataların tekrarlanmaması için siyasetçileri, bürokrasiyi, ilgili mekanizmaları ve yetkilileri zorlaması gerekirdi. Oysa Ağustos 1999 Depremi’nden ibret almayan, bu depremi vesile edip Türkiye’yi sonraki depremlere hazırlamayan, aksine daha da çarpık ve güvensiz kentleşmenin önünü açarak kentleşmeyi rant ilişkileri için fırsat olarak kullanan başta hükümet olmak üzere hemen her partiden ve eğilimden gelen siyasetçilerin ve bürokratların göstermelik yazıklanmalarının ardından düzen olduğu gibi devam etsin istendi, öyle de oldu, oluyor.
Şimdilerde tuhaf geliyor ama hatırladığım kadarıyla Ağustos 1999 Depremi en azından bir milat olarak kabul ediliyordu, buradan alınan derslerle ilgili uzun uzun nutuklar atılıyor, yapılanlar edilenlerle ilgili ahaliye kocaman laflar söyleniyordu. Şubat 2023 Depremi ise sanki hiç olmamış gibi davranılsın, unutulsun, konuşulmasın isteniyor. Birkaç manşetlik laf, biraz hamaset, birkaç powerpoint slaydıyla ‘işte icraatlarımız ve muhteşem TOKİ’ ile baştan savılacak sevimsiz bir gün. Belki gündemi ve aktüel haberleri iyi takip edemediğim için böyle düşünüyorum, ancak çevremdeki kişilerin de benzer şeyler hissettiğini seziyorum. Hiç olmamış bir deprem, olmuşsa bile hiç kimseyi bağlamayan, ara sıra akla geldiğinde yönetenlerin hızlıca ezberden birkaç cümle sarf edip sorumluluklarını aynı hızla üzerinden atabildiği bir deprem. Neredeyse yaşamlarını kaybedenlerin ve hala hayatta oldukları için şükretmeleri, sabah akşam yöneticilere minnetlerini göstermeleri gerekirken sürekli şikayet eden nankörlerin suçlandığı bir deprem. Neredeyse depremden dolayı başlarına gelen felaketlerden dolayı suçlanacakları bir deprem.
Türkiye İşçi Partisi Hatay Milletvekili Can Atalay'ın milletvekilliğinin düşürüldüğünde aklıma gelen şeylerden biri de buydu. Hem depremde ölmemişler hem de Atalay’ı vekil seçmişler! ‘Böyle seçmen olmaz olsun’ mu, yoksa ‘böyle bir milli irade yok hükmündedir!’ mi demeli?
***
Yaparsanız, yapılır ya da yıkarsanız, yıkılır, elbette pek derinlikli ifadeler değil. Yine de gösterdikleri bir şey de var. Türkiye’deki yıkımın depremi de kapsayan ama ondan daha büyük bir şeyin parçası olduğunu görmek gerekir. Yapmayı içermeyen bir yıkmaktan söz ediyorum. Hukuku yıkıp patron, efendi, despot kanunculuğu ya da ekonomiyi yıkıp çoğunluk kaybedip fakirleşirken sadece çok dar bir grubun kazanıp zenginleştiği bir kayırmacılık, kumarhane, hileli piyasa oyunu egemen hale geldiğinde her yıkım bu enkazın üstüne çöküyor.
Cumhuriyet’in bir asırlık ömrüne rağmen bunların yaşanıyor olması gösteriyor ki Türkiye’deki seçmenler halen rüşt sahibi değil. Kayyum meselesi de bunun bir örneği. Türkiye siyasi tarihinin anlı-şanlı sayfalarındaki yerini alan, bu ülkedeki ‘bazı’ seçmenlerin siyasi tercihlerinin devlet tarafından beğenilmediğinde seçilenlerin yerine bürokrat atayan bu siyaset tekniği, deprem nedeniyle herhangi bir sorumluluk üstlenebilir mi ya da neden üstlenmeye yeltensin ki?
Türkiye’de siyasi faillerin seçmenlerle kurduğu ilişkiyi, onlara yönelik ilgilerini ve yönelimlerini anlamak zor değil [3]. Zor olan bu olup bitenleri cân-ı gönülden alkışlayan, böylesi siyasi yönelimlerden ve yönetimlerden kendileri için menfaat uman, kendi iyiliği için yanındakinin fenalığına uğraşan kişilerin de bu enkazın altında olduklarını yadsımak için verdikleri uğraşlara tanık olmak.
Velhasıl, bu yıkım bir günde ve bir kişinin marifetiyle olmadı. Seçilmiş vekilin vekaletinin bile tanınmadığı yere koskoca bir süreç içerisinde gelindi. Hukukçu değilim, vekilliğin gasp edilmesiyle ilgili hukuki argümanlar ileri sürecek cüretim de yok ama olup bitenin alenen haksızlık olduğunu görmek için herhangi bir şey bilmemize gerek var mı? Kaldı ki, Türkiye diye bir memleket olacaksa bunun hangi ilkeler üzerine bina edileceği tartışmasının kurucu unsurlarından biri olan hukuk, hukukilik arayışı uzun süre önce bu ülkeyi terk etti, bunu biliyoruz. Türk sağının diline doladığı, en azından buna hürmet etmesi umulabilecek olan ‘milli irade’ laflarının da vatandaşların büyük bir kısmını içermediğini biliyoruz. Haliyle Atalay’ın vekilliğinin gasp edilmesiyle depremde yaşamını kaybetmeye yazgılı olmak arasında -hepimizi bir biçimde içeren- aleni bir ilişki var. Peki, bu ilişkiyi değiştirmeye, yeniden düzenlemeye ve Türkiye’yi haysiyet sahibi vatandaşların ülkesi olarak gerçekten birleştirmeye azmedenler var mı?
[1] Tanıl Bora (2023), Demirel, İstanbul: İletişim, s. 52. Aynı kitaptan bir başka anekdot da şu: Demirel başka bir yerde “Medeniyet yaparsanız yapılır” diye yazar (s. 126). Demirel’in bu yaklaşımını, bugünkü ham müteahhitperver hırçınlıktan ayırmamız gerek. Onun yönelimi, en azından uzun bir süre sahici bir batıcılık, gelişmiş ülke azmi ve kalkınmacılık motivasyonuna dayanıyordu. Günümüzde ise ‘hizmet siyaseti’ denildiğinde anlaşılan şey genellikle alenen rantçılık, kayırmacılık, ortak olana çökmeden pek de farklı bir şey değil.
[2] Oğuz Işık, (2023), “Güvensiz Kentler, Güvensiz Yurttaşlar”, Toplum ve Bilim, 165, s. 8-21.
[3] Antakya’da AK Parti Hatay İlçe Belediye Başkan Adayları Tanıtım Toplantısı'nda Parti Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı olarak konuşan Erdoğan’ın Hataylılara mesajı Türkiye’deki iktidarın siyasete, yönetim ilişkilerine bakış açısını gösterdiği kadar yönetilenlere ve onların milli iradelerine nasıl baktıklarını da gösteriyor. Erdoğan’ın sözlerini de alıntılayalım: “Bir gerçeği şu anda söylüyorum, merkezi yönetimle yerel yönetim el ele vermezse, dayanışma halinde olmazsa o şehre herhangi bir şey gelmez. Hatay'a geldi mi? Şu anda Hatay garip kaldı, Hatay mahzun kaldı ve şu anda Hatay'daki mevcut yerel yönetim maalesef şu deprem olayından sonra ‘Ba’de harab’ül Basra’ oldu.” Haberin linki: Anadolu Ajansı (aa.com.tr); l24.im/9UPVNv, [3 Şubat 2024].