Babasızlık Zamanları
Erdoğan Özmen

Son zamanlarda şu ya da bu yönüyle “baba” meselesine eğilen film, hikaye ve romanların çokluğunun gösterdiği şey tam olarak nedir acaba? Daha tam bir ifadeyle, kusurlu, hasta, zayıf, beceriksiz, kafası karışık, aciz ve iktidarsız babalarla ilgili ürün, eser ve yorumlarla popüler kültürde daha sık karşılaşıyor olmamızı nasıl anlamalıyız? 

Hemen aklıma gelen örnekleri sıralayacak olursam: Florian Zeller-Baba (bu filmdeki Anthony Hopkins’in olağanüstü oyunculuğunu ayrıca vurgulamak isterim), Mia Hansen-Love-Güzel Bir Sabah, Nuri Bilge Ceylan-Ahlat Ağacı filmleri ve Annie Ernaux-Babamın Yeri, Margit Schreiner-Çıplak Babalar, Orhan Pamuk-Kırmızı Saçlı Kadın romanları, bana göre hep aynı sorunu kuşatmaya çalışan eserler örneğin. Kastettiğim şeyi Bruno Schulz’un kelimeleriyle aktarmak isterim; çünkü has edebiyatta/sanatta böyle bir şey vardır işte: Başka/sıradan bir eserin saatler, sayfalar boyunca yapamadığı, üstesinden gelemediği, amaçsızca etrafında dolandığı bir şey, deyim yerindeyse en saf, en berrak ve yoğun haliyle, sahte ve yersiz bağlantılar kurmaya matuf bütün fazlalıklarından arındırılmış olarak bahşedilir bize. Birden içimizde yeni katmanların açılır gibi olması, usulca genişlemesi içimizin, ilk kez ayak basılan bir yerdeyiz duygusundan yayılan tatlı ürperti, hafiflik duygusunun eşlik ettiği baş dönmeleri, dünyamızdaki ışığın çoğalması birden… edebiyatın/sanatın cömertçe sunduğu onca şeyi nasıl anlatmalı ki başka!       

“Kısa bir süre sonra babam dominumundan (egemenliğindeki bölgeden) aşağıya indi, kırgın bir adam, tacını tahtını kaybetmiş bir sürgün kraldı.”[1]

Yine aynı yerde Bruno Schulz’un, bana göre babanın bu durumuna, “gücünü/iktidarını/işlevini/konumunu” kaybetmiş, düşmüş, zavallı haline göndermede bulunan, aynı bağlamda mükemmel bir “çağrışım nesnesi” örneği olan, sonsuz bir  çağrışım zinciri tetikleme potansiyeli taşıyan şu müthiş, benzersiz cümlesi:

“Kızlar hareketsiz oturuyorlardı, lamba tütüyordu; dikiş makinesindeki kumaş parçası çoktan sarkmıştı aşağıya, makine, sadece pencerenin dışındaki kış gecesinin kara, yıldızsız kumaşını dikerek, boşa tıkırdıyordu.”[2]

***

Çocuğun anneyi tümüyle, koşulsuz ve mutlak bir biçimde yalnızca kendine, kendi için istemesinin gerisinde eksiksiz bir tatmin arayışı vardır. Kendi dürtüsel uyarımına tam bir yanıt bulma, bozulmuş olan iç dengesini/homeastazisi yeniden oluşturma  ümidi/beklentisidir bu. Ancak annenin arzusunun yalnızca kendisine değil, üçüncü bir figüre de yöneldiğini görür. Bu keşif/aydınlanma/farkındalık ilk büyük hayal kırıklığıdır ve hayatlarımızın ilk ayrılığı, ilk kayıp, ilk kopuş böyle başlar. Neredeyse ilk ve imkansız yolculuk… Hayat, o andan itibaren aralıksız, zorlu, zahmetli bir yolculuk ile yeniden kavuşma, geri dönme, sıla hasreti arasında gerilmiş bir hikayedir artık, alçalan ve yükselen, kuvvetlenen ve zayıflayan, geri çekilen ve ilerleyen ritmiyle.

O yüzden “Her büyük edebiyat eseri ya İlyada ya da Odysseia’dır.”[3]

Uzaklaştıkça içimizde çocukluğun büyümesi o yüzdendir. Çocukluğun renklerinin, kokularının, tatlarının daha güçlü biçimde geri dönmesi… Çocukluğun ışığına, serinliğine, avlularına özlemin habire çoğalması, kalbin yumuşaması…

***

Ama diğer yandan, annenin arzusunun, çocuğun kendisine veremediği şey için üçüncü bir figüre, babaya yönelmesi ve böylece çocuk ile anne arasında (ikisi açısından da) üçüncü bir konumun, güvenli bir mesafe ayarını ve ikili ilişkinin hararetinden sıyrılmayı sağlayacak bir referansın, bir dolayım noktasının oluşması düz bir hat boyunca ve sorunsuzca ilerlemez:    

“…baba figürü deneyimimiz zorunlu olarak eksiklik ile artık (surplus) arasında gider gelir: Baba her zaman ya “çok fazla”dır ya da “yetersiz”dir, doğru ölçü asla olmaz -“ya varlık olarak ortada yoktur, yahut, varlığıyla fazlasıyla buradadır. Bir yandan, ergenler arasındaki suç oranlarına varıncaya kadar her şeyden mesul tutulan namevcut baba figürü pişirilip pişirilip önümüze konur; öte yandan, baba etkili bir şekilde “orada” olduğunda, varlığı ister istemez rahatsızlık verici, kaba, övüngen, uygunsuz, ebeveyn otoritesinin haysiyetiyle bağdaşmayan bir durum olarak deneyimlenir ve varlığı adeta başlı başına göze batan bir aşırılık olarak görülür.”[4]


[1] Bruno Schulz, Tarçın Dükkanları, Çev: Neşe Taluy Yüce, Aylak Adam Yayınları, 2018, s. 27

[2] Age, s. 38.

[3] Raymond Queneau’nun, Flaubert’in Bilirbilmezler: Bouvard ve Pecuchet adlı eserine yazdığı önsöz, 1947 (Aktaran Alberto Manguel; İlyada ve Odysseia, çev. Algan Sezgintüredi, Versus, 2017)

[4] S. Zizek, Hiçten Az (çev. Erkal Ünal), Encore Yayınları, 2015, s. 680-81.