“Baba” diye Bir Şey Yoktur Belki de (2)
Erdoğan Özmen

Psikanaliz, en genel anlamıyla belirli ve özgül bir okuma biçimidir. En anlamsız/önemsiz görünen şeylerde bile, bastırılmış olduğu için dile gelmek, bir ifadeye kavuşmak için ısrar eden belirli anlamlara, anlam düğümlerine, anlam akıntılarına ulaşmak, onları keşfetmek ve belki de belirli biçimlerde sabitlemek üzere geliştirilmiş özgül bir okuma ve anlamlandırma biçimi. Freud’un icat ettiği şey, hastalarına kendi hayatlarının anlamsız/önemsiz şeyleri olarak görünen fenomenlere -semptom, rüya, sakar eylem, dil sürçmesi- çoktan ilişmiş/gömülmüş halde bulunan, onların -deyim yerindeyse- “töz”ünü oluşturan anlamların esas olarak ödipal mahiyet taşıdığını varsayan bir okuma biçimiydi. Freudçu Oidipus karmaşası da temelde bir baba karmaşasıydı. Nitekim Freud’un eserini en başından itibaren kat eden ve güdüleyen soru da aynı bağlamın ürünüydü: Bir baba olmak tam olarak nedir, nasıl bir şeydir. “Çocuklukta bir babanın koruyuculuğuna duyulan ihtiyaç kadar güçlü başka herhangi bir ihtiyaç tasavvur edemiyorum” diyecektir, örneğin. Ya da şöyle yazacaktır: “Biliyoruz ki, insanlık ailesinde hayran olunan bir otoriteye yönelik güçlü bir ihtiyaç vardır… çocukluktan itibaren herkes tarafından hissedilen baba özlemidir bu.”

Söz konusu baba vurgusu, baba “takıntısı”, baba ısrarı, baba-merkezli bakış, diğer yandan Freud’un kendi üzerine bindirdiği bir yük, bir engel haline gelmiş, bizzat kendi kliniğinde keşfettiği, karşılaştığı, fark ettiği bazı yaratıcı içgörülerini ıskalamasına yol açmıştır. “Baba karmaşası” ve/ya da bizzat kendi babası Freud’a ve eserine musallat olmayı sürdürmüştür. Psikanaliz tarihinin en dokunaklı ifadelerinden birisi, derin bir hayal kırıklığı ve özlem bildirisi -deyim yerindeyse- bu “heyula”nın yamacında dile gelmiştir:   

“Bu noktada gücü hala tüm bu duygular ve rüyalarda sergilenmiş olan olayla karşı karşıya geldim. Babam beni yürüyüşlerinde yanında götürmeye ve yaşadığımız dünyadaki şeylere ilişkin düşüncelerini benimle paylaşmaya başladığında on ya da oniki yaşımda olsam gerek. Yine böyle bir zamanda, bana şimdi herşeyin kendi zamanına göre nasıl daha iyi olduğunu gösteren bir hikaye anlattı. ‘Genç bir adamken’ dedi, ‘senin doğduğun yerin sokaklarında bir Cumartesi günü yürüyüşe çıkmıştım; iyi giyinmiştim ve başımda yeni bir kürk şapka vardı. Bir Hristiyan bana yaklaştı ve bir vuruşta şapkamı çamura fırlatıp: ‘Yahudi! İn kaldırımdan aşağı!’ diye bağırdı. ‘Sen ne yaptın?’ diye sordum. ‘Yola inip şapkamı aldım’ diye sakince yanıtladı. Bu, beni, küçük çocuğun elini tutan büyük, güçlü adam adına hiç de kahramanca olmayan bir davranış olarak sarstı. Bu durumu duygularıma daha iyi uyan bir başkasıyla karşılaştırdım: Sahnede Hannibal’ın babası Hamilcar Barca, eviçi sunağında oğluna Romalılardan intikam alacağına yemin ettirir. O zamandan beri Hannibal’ın benim fantazilerimde daima bir yeri olmuştur.”[1]

O denli güçlü bir izlek ve cereyandır ki “baba karmaşası”, sonraki psikanalist kuşağının düşüncelerini de güçlü bir biçimde etkilemeyi sürdürür. Freud’un eserinde merkezi konumdaki “baba”ya bir tür tepki olarak, onun deyim yerindeyse düzeltilmesini amaçlayan ve münhasıran anneyi, erken dönem anne-çocuk ilişkisini, annenin bedenini, içselleştirilmiş nesne ilişkilerini ve bu döneme ilişkin fantazileri asıl analiz nesnesi olarak gören ve buraya yoğunlaşan nesne ilişkileri okulu, M. Klein’la başlayan gelenek de kendini bu “tuzaktan” kurtaramaz. İlkel zulmedici süperego, erken Oidipus eğilimlerine eşlik eden ürkütücü fantaziler, zihinsel/ruhsal gelişim açısından bu evrede/düzeyde konumlandırılan ve tahayyül edilen aşırı tehditler, tehlike durumları… bunların tümü paradoksal bir biçimde babanın varlığını, onun vaat ve müdahalelerini daha baştan varsayan, babanın mevcudiyetini bir ölüm kalım meselesi olarak gören, ona yönelik güçlü talep, davet ve referanslar değil midir? Aynı anda hem çağrılan hem dışarıda bekletilen bir “baba” söz konusudur.

Freud, her anlamda yapayalnız bir haldeyken, yürüttüğü klinik pratiğin önüne çıkardığı olguları düşüneceği, onları bir düşünce-nesnesi olarak yeniden tarif edeceği hiçbir ön-kavrama, terime sahip değilken, tam bir teorik yalnızlık içinde üretmiştir kendi özgül kavramlarını. Bir çölde, karanlıkta, tüm öncül, referans ve dayanaklarını da yeni baştan tanımlayarak ilerleyen teorik bir yaratma ve inşa sürecidir bu. Biraz da bu çileli yolculuk yüzünden belki, kendi teorisi tarafından “baştan çıkmış”, ayartılmış bir tutum içinde olagelmiş, teorisine bazen bağnazca denebilecek bir sadakat göstermiştir. Teorisiyle uyuşmayan, mevcut teorik çerçeveye sığmayan olgular karşısında teorik bir revizyona girişmek yerine, bir tür tahkimat çabası içinde olmuştur. Yine de, yıldızın parladığı anlar vardır; teorisiyle çelişen olguları fark ettiği, kaydettiği, düşündüğü, yeni merak ve inceleme patikaları açtığı zamanlar:        

“(Erkek) çocuğun ilgisi cinsel organlarına yöneldiğinde onları sık sık elleyerek bu durumu ele verir ve sonra da yetişkinlerin bu davranışı tasvip etmediklerini görür.  Böylesine değer verdiği parçasının kendisinden alınacağı tehdidi az ya da çok açıkça, az ya da çok vahşice dile getirilir. Tehdit genellikle kadınlardan gelir; çok sık olarak da otoritelerini güçlendirmek için cezayı gerçekleştireceğini söyledikleri babaya ya da doktora gönderme yaparlar. Bir çok vakada kadınların kendileri, kesilecek yerin aslında pasif bir rol oynayan cinsel organları değil aktif suçlu olan eli olduğunu söyleyerek tehdidi simgesel bir tarzda yatıştırırlar. Özellikle de sık olarak küçük oğlan penisiyle oynadığı için değil her gece yatağını ıslattığı ve temiz kalamadığı için kastrasyonla tehdit edilir. Onların bakımıyla ilgilenenler sanki bu gece işemesi onun aşırı derecede penisiyle ilgilenmesinin sonucu ve kanıtıymış gibi davranırlar ve bunda olasılıkla haklıdırlar da. Her durumda uzun süre devam yatak-ıslatma yetişkinlerin boşalmalarıyla eşitlenmelidir. O, bu dönemde çocuğu mastürbasyona yönelten aynı uyarılmanın ifadesidir.”[2]


[1] Freud, SE IV, s. 197, Çev. Dr. Emre Kapkın, Düşlerin Yorumu I, Payel Yayınları, 1991.

[2] Freud, SE XIX, s. 174-5, Cinsellik Üzerine, Çev. Dr. Emre Kapkın, Payel, 2006.