Sosyalist Feminizm/Yeni Bir Yaklaşım
Aksu Bora

Feminist politikanın kendi arasında üçe (ya da dörde, beşe, on beşe…) ayrıldığı fikrine şüpheyle yaklaşırım, hep böyle oldu. Ne yaptığında liberal, ne yaptığında sosyalist ya da radikal sayılırsın? Kuramsal düzeyde iyi kötü yapılabilecek bu ayrımın politik düzeyde neye karşılık geldiğinden hiç emin olamadım. Çünkü politikanın asıl olarak “bağlam” demek olduğuna inanırım, etiket değil ve etiketlerin bağlamı (yani ilişkileri, etkileşimleri) görmemizi zorlaştırdığını sezerim.

İsmi Sosyalist Feminizm olan bir kitabı elime hevesle almamın sebebi belki o küçük alt başlıktır: “Yeni Bir Yaklaşım”; belki de kuramsal ayrımları politik bağlamlar içinde yeniden yapmaya girişmesini sevmişimdir. Ne de olsa Audre Lorde’un anısına adanmış bir kitaptan söz ediyoruz!

Frieda Afary’nin Sosyalist Feminizm/Yeni Bir Yaklaşım isimli kitabı, benim gibi bir şüpheciyi bile etiketlerin büsbütün işe yaramaz şeyler olmayabileceğine ikna ediyor. “Onlarla ne yaptığınıza bağlı bu” diyor. Etiketleri kendinize iliştirmek yerine birer analiz aracı olarak kullanabildiğinizde, pekala “çalışır” hale gelebiliyorlar!

Kitap, 21. yüzyılın nasıl bir zaman, nasıl bir iklim olduğunu hatırlatarak başlıyor: Otoriter kapitalizm altında yaşamak kimin için ne anlama gelir? Tam da şimdi, burada, tahakküm nasıl kuruluyor?  Feminist politika, tarihi boyunca bu tahakkümün mekanizmalarını nasıl kavradı, bunlarla mücadele etmek için nasıl araçlar geliştirdi?

Emek ilişkilerini analizin merkezine yerleştirirken (bir sosyalist feministten beklenebileceği gibi!), bunu bir bölüşüm sorununa işaret etmekten çok daha derin bir perspektifle yapıyor. 1970’lerin ev içi emek tartışmalarını hatırlatıyor, bu tartışma içinde geliştirilen kavramların tozunu silkeleyip bugün yaşadığımız dünyada hâlâ ne kadar açıklayıcı olabildiklerini gösteriyor. Ev içi emeğin görünmezliğinin ve karşılıksızlığının, kapitalizmin emeği yabancılaştırmasını dikkate almadan anlaşılamayacağını hatırlatıyor. Özel mülkiyetin ortadan kaldırılması, ne emeğin kurtuluşudur ne de kadınların. Kapitalizmin varlığını borçlu olduğu soyut emek ortadan kalkmadıkça, kurtuluş yoktur.

Kitabın beni asıl etkileyen tartışması, soyut emek ve yabancılaşma ile benlik ve öznelik arasındaki geçişliliği gösterdiği Sekizinci Bölümde yapılıyor: “Ben” kendini ancak “Öteki”nden ayrıştırarak mı kurabilir? Yani Simone de Beauvoir haklı mıydı? Burada bir yandan feminist teorinin bitmeyen  “özerk birey”liğin kadınlar için mümkün (ve istenir) olup olmadığı tartışmasına çengel atıyoruz, bir yandan da günümüz sosyal kuramında ve politikasında giderek daha güçlü biçimde gündeme gelen “bağlantılılık” meselesine giriyoruz. Böylelikle, “tanınma” probleminin bir kimlik meselesinden çok daha fazlasını içerdiğini fark ediyoruz. İnsanlar arası ilişkiler şeyler arası ilişkiler gibi yaşanmadığında, Ötekini tanımanın ve onun tarafından tanınmanın anlamı şimdiki gibi mi olacaktır? Ya da şöyle söyleyeyim, emek ilişkileri ile tanınma problemi arasındaki kopmaz bağ orada, bayık “sınıf mı kimlik mi” sorusunu geride bırakıp kendisiyle uğraşmaya başlamamızı bekliyor.

Soyut emeğin insanı kendi emeğine ve kendine yabancılaştırması olmaksızın, kapitalizmin insan ve doğa pahasına genişleyip büyümesi ve hayat kurmayı değersiz hale getirmesi, mümkün olmazdı. “Kapitalizm, insan ilişkilerinin sömürülmesini gizleyen bilme ve hissetme biçimlerine dayanır ve bunları yeniden üretir” (sy.151). Yabancılaşma, insanın kendiyle ilişkisi de dahil olmak üzere bütün ilişkilere damgasını vururken, insanlar arasındaki ilişkileri şeyler arasındaki ilişkilere dönüştürürken, cinsiyet ilişkileri de bundan payını alır. Bu, cinsiyet rejiminin her birimizi yerleştirdiği konumlarda ve etiketlerde (kimliklerde) kendini gösterir. Hayır, Simone de Beauvoir haklı değildir, kimlik her zaman “farklılık” pahasına kurulmak zorunda değildir ve tanınma, varlığının onaylanmasının ötesinde, birlikte varoluşun bir kipidir.

Audre Lorde’un ifadesiyle:

“Kadınlar arasındaki farkın salt hoş görülmesini savunmak en iğrenç reformizmdir. Farkın hayatımızdaki yaratıcı işlevinin bütünüyle inkârıdır. Fark salt hoş görülmemeli, yaratıcılığımızın bir diyalektik gibi kıvılcımlanması için zorunlu olan kutupluluğun kaynağı olarak görülmelidir.”

Yaratıcılık, insanın potansiyellerini gerçekleştirmesi, hatta ondan önce, bunların farkına varması anlamına gelir ki, bu cinsel-duygulanımsal potansiyeli de içerir. Yani, cinsiyetin de cinselliğin de içine tıkıştırıldığı ikiliklerin dışına taşmasını, yayılmasını.

Kitabın bence en etkileyici tartışmalarından ikincisi de bu: Heteronormativitenin “normatif”liği ile kapitalizminki arasındaki bağı güçlü bir biçimde hatırlatıyor. Üstelik bunu herhangi bir neolojizme ihtiyaç duymadan yapıyor ki ne büyük ferahlık (evet, boomer konuştu!).

Ferahlık demişken, son bir şey daha: Afary’nin akademisyen olmayışı, beslendiği kaynakların inanılmaz çeşitlilikte olmasını sağlıyor ve bu, okuma alışkanlıklarımıza epey ters. Kitabı yayına hazırlarken (evet, bendim o) fark ettim ki, akademik metinlerin sağladığı konfor, aynı zamanda feci bir daralmaya da yol açıyor. Belirli bir disiplin içinde, nasıl ilerleyeceğinizi aşağı yukarı kestirdiğiniz bir metni okumanın tembelleştirici bir etkisi var. Bu kitap ise böyle bir okuma tecrübesine gömülmüş birine son derece dağınık görünebilir. Bana sorarsanız, bununla uğraşmanın yorgunluğu, kendinizi o dağınıklığa, o biraz da başıboş akışa bırakmanın sağladığı ufuk açılmasına değer.


Sosyalist Feminizm/Yeni Bir Yaklaşım, Frieda Afary/Çev. Gül Varlı Karaarslan