Mart’tan Sonra
Ömer Laçiner

31 Mart seçiminin Türkiye –tarihi ve toplumu– için bir dönüm noktası olduğunu söyleyebilir miyiz? Bu soruya evet diyebilmek için, hem AKP’nin oy/toplumsal destek oranındaki beklenenden öte düşüşün hem de CHP’yi birinci parti konumuna yükselten oy artışının geçici bir olgu olmayıp, Türkiye toplumunun CHP’de varolan veya varsayılan/umulan özellikler, yaklaşım ekseninde, bir değişim kararlılığını değilse bile, güçlü bir eğilimi kanıtladığını göstermek gerekir.

AKP’nin durumundan başlayalım. Gerekçeleri bahsine girmeksizin şu yargıyı peşinen ifade edeyim: Bu partinin oy desteğinde ve “Reis”inin itibarındaki –son beş, altı yıldır açıkça görülür olan– düşüş eğilimini, bırakın geriye döndürmek, durdurmak bile mümkün olamayacaktır. Görünen odur ki AKP de, 20. yüzyıl başından bu yana ülke siyasal tarihinde İttihat Terakki/CHP mecrasının “karşıt”ı/rakibi olarak yer almış partilerle aynı kaderi paylaşacaktır. Bu tarih boyunca CHP’nin varlığını ve konumunu korumasına mukabil, 1920’ler ve 1930’larda rakibi olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Fırka’nın, bu mirası 1945 sonrasında devralıp iktidar olabilen Demokrat Parti’nin kapanmak, kapatılmak zorunda kalmalarını bir yana bıraksak bile, 1960’dan beri bu mecranın ana taşıyıcısı olmuş partilerin, sırasıyla AP, ANAP ve DYP’nin ilk ciddi oy/destek kaybından itibaren asla toparlanamadıklarını, silinip gittiklerini görürüz çünkü. Kaldı ki onlar bir parti omurgasına sahip oldukları halde bu “kader”den kaçamadılar. AKP gibi bir “reis”in çevresindeki güruh tablosu verir hale gelmiş bir oluşumun dağılıp gitmesi için 2028 bile beklenmeyebilir.

Ama şunu da bilhassa belirtmek gerekir ki, AKP’nin son on yılda –otoriterleşmesinin örtüsü altında giderek ivmelenen– çöküş trendi, son temsilcisi olduğu o mecrayı çoraklaştırarak da sürmüştür. Bunun ilk göstergesi, sözkonusu mecranın ideolojik haritasında –AKP’de temsil edilen– İslâmcılık ve dindarlığın yanısıra, diğer bileşenler olan liberal ve muhafazakâr modernlik diye tanımlayabileceğimiz akımların da önde gelen kadrolarıyla AKP’den ayrılmış veya tasfiye edilmiş olmalarıdır. Gerçi bu tasfiyeler AKP’nin kitle desteğinde sözü edilir bir azalışa yol açmamıştır ama AKP liderliğinin, biraz da bu ihtimal nedeniyle, MHP ile kurduğu ittifak ve o zamana kadar kendi geleneksel alanlarının dışına çıkmayan “ehli sünnet” tarikatlara açtığı resmi eğitim-öğrenim kurumlarından bol kazançlı işlere kadar uzanan geniş hareket sahası, sonuçları itibariyle AKP’nin son dönemini karakterize eden bütün olumsuzlukların, o çürüyüş halinin beslendiği toprağı oluşturmuştur. Burada hem İslâmcılıklarını birincil siyasal kimlik işareti olarak ilan etmiş AKP ricalinin, hem de İslâmiyet’in manevi-ahlaki boyutunun temsilcisi sıfatıyla tarikat ehlerinin –pek az istisnayla– sergiledikleri açgözlülük, küstahlık ve şirretlikle yüklü “performans”ın bu ülkedeki İslâmi inanışın öncelik ve geçerlilik düzeyini epeyce aşağılara çektiğini de ilk test edilişinde mutlaka göreceğimizi şimdiden söyleyebilirim. YRP’nin şu son seçimde gösterdiği sıçramayı da bu bağlamda yorumlayabiliriz. Öyle anlaşılıyor ki İslâmi duyarlılıkları öncelikli kesim, AKP iktidarının bizatihi dinin itibarına düşürdüğü ağır gölgeye artık tahammül edemeyerek desteğini çekip, kendini koruma eğilimine girmiştir. AKP’nin bu kesimi yeniden kendi destek halkasına dahil etme imkân ve ihtimali yoktur denilebilir.

AKP’nin –MHP ile birlikte– devletin bürokratik yapısının tamamını, özellikle de, güvenlik, ordu, adliye ve eğitim-öğretim aygıtlarını neredeyse bir parti devleti mekanizmasına döndürerek edindiği gücün onu ayakta tutmaya yeteceği, hatta –genel seçimi kaybetse bile– iktidarı terk etmemeye yöneltebileceği öne sürülebilir. Fakat bu ihtimaller, AKP’nin hükümet, Recep Tayyip Erdoğan’ın lider olarak önümüzdeki en fazla birkaç yıllık süreçte, baş etmek zorunda kalacağı sorunların ağırlığı ve yakıcılığı karşısında kapasite ve yeteneklerinin düşük düzeyi nihayet açığa çıktığı ölçüde zayıflayacaktır. Ama buna rağmen sırf devlet aygıtının bu hale getirilmiş olmasının özel ve ağır bir sorun olarak nasıl çözümlenebileceği, şimdiden düşünülmesi gereken bir aciliyettedir.

Hatırlanacaktır ki 1950’de Demokrat Parti de 25 yılı aşkın CHP iktidarının atadığı memurlarla dolu bir devlet aygıtı devralmıştı. Ama bu memurların çok büyük ölçüde koyu CHP’li olma özelliklerinden dolayı değil, asıl olarak yetenek ve liyakatları gözetilerek istihdam ve terfi ettirildiklerini bildiği için onlarla çalışmaktan fazla rahatsız olmadı. Ayrıca liyakat ve yeteneğe öncelik verme o düzeydeydi ki CHP’nin kurduğu rejim, kendi siyasal görüşlerini paylaşmadığını bildiği üstün yetenekli kişilerin, özellikle de gençlerin kendilerini geliştirmeleri ve alanlarında yükselmeleri için de imkân sağlayabiliyordu. Nitekim bundan dolayı ta üniversiteden beri CHP’ye uzak oldukları bilinen –aralarında 1960 sonrası merkez sağ ve sağ siyasi mecranın en üst tabakasını oluşturacak Süleyman Demirel, Necmettin Erbakan ve Turgut-Korkut Özal kardeşler gibi– yetenekleriyle öne çıkan parlak gençlerin kendilerini geliştirmeleri için özel imkânlar bile sağlanıyordu.

20 yılı aşmış AKP-MHP iktidarının bu bahiste önümüze koyduğu tablo gerçekten irkilticidir. Özetle ifade etmek gerekirse; buradaki anlayış sadece devlet aygıtında değil, kendi parti örgütünden tutun elini uzatacağı her kurum ve kuruluşa kadar her yerde, gerçek yetenek ve liyakatı tedirginlik ve şüpheyle karşılayan, neredeyse –potansiyel– düşman sayan bir yaklaşım ve uygulamadır. Vasat ve vasat altının hüküm sürdüğü, dolayısıyla yolsuzluk başta olmak üzere bütün belaların kolayca sızabildiği bir “yapı”yı devralacağı gerçeğini ve bunu dönüştürme sürecini ve yollarını şimdiden gündemine almalıdır muhtemel bir AKP sonrası iktidar.

***

CHP’nin bu “zafer”i, ülkenin tarihinde bir “dönüm noktası” olabilir, sayılabilir mi? Eğer dönüm noktası terimine sadece çeyrek asır kesintisiz devam etmiş bir iktidarın sona erişinin güçlü işaretlerinden ibaret bir anlam yüklüyorsak; evet. Ama 31 Mart’taki sonucu Cumhuriyet’ten, hatta 20. yüzyıl başından beri yaşadığımız siyasal tarih bağlamında ele aldığımızda ise; henüz evet diyemeyeceğimizi, buna mukabil 31 Mart’ın, özellikle CHP’ye verilen destek üzerinden bu bağlamda da bir dönüm noktası olabilme potansiyelini büyük ölçüde taşıdığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Bu potansiyelin gerçekleşmesinin öncelikle Türkiye ve içinde yer aldığı bölge(ler)in bugünü ve geleceği açısından ölçülemez derecede hayati önemi vardır. Çünkü eğer bu potansiyel gerçekleştirilebilir ise; yani Türkiye, yüzyılı aşkındır siyasal-toplumsal düşünüş, davranış ufkunu sadece sınırlamayıp, ketlemiş de olan modernleşme paradigmasının şekillendiricisi iki kutbun birbirini besleyen –gittikçe kısırlaşmış– çatışma alanlarından uygarca bir uzlaşmayla çıkıp, bu defteri kapatma ferasetini gösterir ve artık zihniyet dünyasını yaşadığımız çağın özgün sorunları ve imkânları üzerinden kurmaya yönelirse; binlerce yıldır taşıdığı kıtalar, kültür-din-uygarlık havzaları arasında köprü, kavşak veya birleşme alanı kimliğine yeniden kavuşmuş olacaktır. Bu açıdan benzersiz stratejik konumu ve insani potansiyelini bu kimliğin inşasına yöneltme gayreti sayesinde Türkiye’deki böylesi bir silkinişin verdiği “mesaj”ın Kuzey Afrika’dan Kafkaslar’a Ortadoğu’dan Balkanlar’a tüm ülkeler ve halklarda olumlu bir karşılığı elbette olacaktır.

Bu bakımdan şimdi önümüzdeki süreçte dikkatimizi, AKP’nin ne yapabileceğinden çok daha fazla CHP’nin nasıl bir rota izleyeceği konusuna yöneltmemiz gerekiyor. Çünkü 31 Mart seçim sonuçlarının gösterdiği potansiyel imkânları harekete geçirme “yetki”si ve sorumluluğu öncelikle ondadır.

Bu yetkiyi gereğince kullanmanın olmazsa olmaz koşulu; CHP’nin –sadece yönetici kadrosuyla değil üye tabanın büyük çoğunluğu ile– bu seçim zaferine, geleneksel CHP kimliğinin nihayet hakkının teslim edilmesi, kıymetinin anlaşılması sayesinde değil, aksine o geleneksel kimlikten sıyrılma kararlılığının inandırıcılığı sayesinde eriştiğinin bilincinde olmasıdır. CHP o modernleşme paradigmasının en katı biçimiyle siyasal toplumsal düşünüş ve davranışlar alanına egemen olduğu 1920’li ve 1930’lu yıllar boyunca inşa ettiği ve karşı kutbunun da en Batıcı yönleriyle kalınlaştırdığı kimlik çizgileri içinde kalmakta ısrar ettiği ve değiştiğini sadece o kimliğe göstermelik eklentiler yaparak iddia edebildiği on yıllar boyunca tıkanıp kaldığı toplumsal destek çemberini şimdi aşabildiyse; sadece değiştiğini değil, bu seçimde en öne çıkmış adaylarının ve sözcülerinin şahsında karşıtlarının haklılık gerekçelerini de sentezlemiş bir yeni CHP kimliğini inandırıcı biçimde sergileyebilmiş olduğundan dolayıdır. Bu seçimde “CHP’li” imajını oluşturan başlıca üç kişiliğin, Özgür Özel, Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş’ın bu sentezlemenin üç farklı biçimini bizzat yansıttığı ve bunun başka biçimlerinin de beraberce mümkün olabileceğinin inandırıcılığını sağlayarak karşıt kutbun ördüğü duvarı yıkmadıysa bile artık yıkılabilir dedirtecek derecede sarstığı ortadadır.

Şüphesiz CHP’nin aynı yeni kimlik iddiasıyla girdiği on ay önceki seçimlerde neden aynı başarıyı gösteremediği sorulacaktır. Konumuz açısından bunun cevabı şöyle özetlenebilir: O seçimlerde CHP yeni kimliği iddiasını yine eski usulüne benzer biçimde, yani “Atatürkçülük” mirasını sorgulatmayan bir “helalleşme” talebiyle yetinmiş olarak ve değiştiğini karşıtı kimlik alanından transfer edilmiş figürleri birer eklenti gibi yanına ekleyerek, bu yapmacıklık kokan tablosuyla çıktı seçmenler önüne. Tuvalin de ne denli gevşek ve kırılgan olduğunu teşhir eden İYİ Parti’nin ve bilhassa bayan Akşener’in malum tavırları da cabasıydı. Bu durumuyla CHP’nin asırlık paradigmayı sahici bir sentezle aşma iddiasının ikna ve inandırma gücünün tökezlemesi elbette hayal kırıcı ama beklenilmeyecek gibi değildi. Ama bu kez CHP öne çıkardığı kişiliklerin şahsında, hiçbir eklentiye ihtiyaç duymadan yeni/sentez kimliği iddiasının sahiciliğini gösterme imkânını buldu. Yıllardır “siyaset sahnesi”nde olan Ekrem İmamoğlu’nun Nutuk, Kur’an, dua ve danslı, Mansur Yavaş’ın işe, eyleme odaklı suhuletli Türk milliyetçisi, Özgür Özel’in önyargısız, olgun Atatürkçü yönleriyle sergiledikleri yeni CHP’li kimliklerin sahicilikleri ortadaydı ve bundan dolayı da inandırıcılık ve sonuç alıcı bir etkililik sağladılar.

Bu etkililiğin AKP’nin “kale”lerinde bile hissedilmesi sayesinde kazanılan 31 Mart seçimi, yıllardır politik stratejisini toplumun asırlık paradigmanın tanımladığı katı ve karşıt kimliklerden birini seçmeye ve bunların sürekli çatışması –kutuplaştırma politikaları– üzerine kurmuş olan AKP ve “reis”i açısından –şimdilik ağır değilse bile– telafi edilemez bir yenilgi, hatta bozgun başlangıcıdır. Başta CHP olmak üzere bu sonucun “hayırlara vesile” olmasını uman, dileyen tüm kamuoyunun şimdiden itibaren üzerine düşen görev ve sorumluluk, geleneksel kimliklere sıkıştırılmaktan kurtulma arzusunun güçlü ve yaygın olduğunun işaretleri ile yüklü bu ortamı, serbestçe oluşturulacak kimliklerin temel uygarlık norm ve kuralları dahilinde beraberce var olabileceği “yapısal koşullar”ın hayata geçirilmesi amaçlı bir farkındalık iklimi ve alanlarına dönüştürmektir.

AKP ve reisinin mevcut durumda daha da muhtaç hale geldiği MHP’nin de zorlamasıyla gidişatı geriye döndürmek için bir kez daha milliyetçi saldırganlığı kabartma kozunu oynamaya yeltenebileceği ihtimalinin yaygın biçimde dillendirildiği ve bu yöndeki girişimlerin daha seçimin epey öncesinden başlatıldığı dikkate alındığında; yukarıda özetlenen görev ve sorumluluğa ertelenemez bir görevin de mutlaka dahil edilmesi gerekiyor. AKP-MHP blokunun iktidarda kalma hesaplarının yanısıra uyguladıkları dış politikaları bile neredeyse tümüyle odakladıkları “Kürt sorunu”nu güya kökten halletmek için Türkiye’nin bütün güney sınırlarını kapsayacak bir “temizleme operasyonu” planına karşı, “Cumhuriyet’i gerçek bir demokrasi ile taçlandırmak”, yani onu yeniden kurmak iddiasını hakkıyla sahiplenenler, –böyle ise en ön planda müstakbel iktidar adayı CHP– suskunlukla, alçak profile sığınmakla asla yetinmemelidirler. Geldiği noktada iç ve dış politikaların iç içeleştiği bir sorun haline gelmiş “Kürt sorunu”na bahsedilen AKP-MHP planı bağlamında, bu kez kurulması tasarlanan “yeni, gerçekten demokratik Cumhuriyet”e yaraşır bir dış politika yaklaşımı içinde bir çözüm çerçevesi kesinlikle ilan edilmelidir.

Hatırlanmalıdır ki; yüzyıl önce Cumhuriyet, ülke ve bölgedeki Kürt varlığı yok sayılarak ve bir ölçüde de bu nedenle özellikle güneyimizdeki halklar dünyasına sırt çevrilerek kuruldu. O Cumhuriyet’i “demokrasi ile taçlandırma”nın mümkün olamamasının başlıca sebeplerinden biri de buydu. Şimdi gündemde eğer gerçekten Cumhuriyet’i yeniden ve bu kez hakkıyla demokratik olacak şekilde kurmak amaçlanıyor ise benzer bir yoldan kesinlikle kaçınılmalıdır. Çünkü bu amaca çağımızın geldiği aşamada yaraşır yaklaşım ve tutum; sadece bu ülke Kürtlerinin her bakımdan eşit yurttaşlar olmalarını sağlamakla sınırlı olamaz. Bu gereklilik, onlarla birlikte bütün civar bölge halklarının eşit haklarla birlikte yaşayabildiği bir “büyük beraberlik” inşa etme hedef ve çağrısına yaraşır bir dış politikanın kurucu ilk unsurlarından biri olmalıdır zaten. Daha bu ilk koşulun bile çok uzağındayken bir büyük birlikten söz etmek hayal kurmaktır denilirse; ben de hayal kurmayacaksak nasıl ümitli olabiliriz ki diye sorarım.