“her kelime bir geçittir bir buluşmaya
Çoğu zaman vazgeçilen
İşte o vakit doğrudur o kelime
Buluşmakta direttiğinde”
Y. Ritsos
***
“Düşte belleğin derinliklerinden gelen bir varlığın ilerleyip kendini tanınır kılması, ardından hemen beklenmedik bir şeye dönüşmesi, neye dönüşebileceği bilinmediği için, daha dönüşmeden önce bile korku vermesi gibiydi.”
İ. Calvino
Freud, “Ego ve İd” (1923) isimli makalesinde psikanalitik tedavinin belli bir aşamasında “oldukça tuhaf biçimde” davranan bazı hastalardan söz eder: “İnsan onlarla umutlu bir biçimde konuştuğunda ya da tedavinin ilerlemesiyle ilgili duyduğu tatmini dile getirdiğinde hoşnutsuzluk işaretleri sergilerler ve durumları daima daha fazla kötüleşir” der. Bunun, yani “iyileşmeye karsı söz konusu direncin” suçluluk duygusuyla ilişkili bir şey olabileceğinden söz eder: “Sonunda tatminini hastalıkta bulan ve acı çekme cezasından vazgeçmeyi reddeden ‘ahlaki’ bir etmen, suçluluk duygusu olarak adlandırılabilecek bir şeyle uğraştığımızı anlarız.” Freud, buraya eklediği dipnotta uyarılarını sürdürür ve başka bir engelden/tehlikeden daha söz eder:
Belki de analistin kişiliğinin, hastanın onu kendi ego idealinin yerine koymasına izin verip vermediğine de bağlı olabilir ve bu, analistin hasta için peygamber, kurtarıcı ve mesih rolü oynamaya yönelik ayartılmasını içerir. Analizin kuralları klinisyenin kişiliğini bu şekilde kullanmasına taban tabana zıt olduğundan, dürüstçe itiraf etmek gerekir ki burada analizin etkinliğine bir sınırlama daha getirmiş oluyoruz; sonuçta analiz patolojik tepkileri imkansız kılmak için değil, hastanın egosuna şu ya da bu şekilde karar verme özgürlüğünü vermek için yola çıkar.”[1]
Analistin/terapistin “peygamber, kurtarıcı ve mesih rolü” oynamaya, normal/sağlıklı davranışların ya da mutlu ve anlamlı bir hayatın şifrelerine sahip olduğu vehmiyle ve bir efendi-figür edasıyla talimatlar yağdırmaya/reçeteler düzenlemeye bu denli teşne olduğu günümüzde bu uyarıların önemini bir kez daha vurgulamalıyız. Hastası/danışanı için en iyisini bildiğini varsayan, kendini değer yargıları oluşturma ve dayatma makamı gibi gören, tedavi/terapiyi otoriter tarzda ve zeminde işleyen bir yardım ilişkisi olarak kavrayan yaygın ve yüzeysel tavrın eleştirisi vardır burada. Çünkü ötekilerden ve kendimden müteşekkil ve buna indirgenmiş bir ikili ilişkide, ötekilerin iyiliği olarak hayal ettiğim şey mecburen kendi imgemden ibaret, kendi yansımama eşdeğer bir şey olarak kalmayacak mıdır?
Ama burada daha çarpıcı olan olan asıl şey, bu uyarıları yapan kişinin, diğer yandan kendi en önemli keşfini, Oidipus karmaşasını bir baba ve oğul karmaşası olarak anlama bahtsızlığına düşmesidir. Freudçu ödipal teorinin, baba için sürdürülen bir arayışı, güçlü bir babaya yönelik özlem ve/ya da talebi temsil etmesinden söz ediyorum. Oğulun anneye yönelik ensestiyöz arzusundan kaynaklanan tehlikeye karşı bir tür teminatın, o tehlikeyi bertaraf etmeye matuf bir işlevin/engelin cisimleşmesi, bir çözüm makamı olarak baba.
[1] Freud, SE XIX, s. 49-50.