“Mükemmel Günler”: Obsesif Kompulsif Nevroz
Erdoğan Özmen

"Nevrozun yapısı esas olarak bir sorudur ve gerçekten de uzun bir zamandır bizim için saf ve basit biçimde bir soru olarak kalmış olması bu nedenledir."                                                                                     Jacques Lacan[1]

Obsesif-kompulsif ve histerik nevroz iki temel nevrotik yapıdır. Zihinsel/ruhsal sorunlar ve hastalıklar için günümüzde yaygın olarak kullanılan tanı ve sınıflandırma sisteminde (DSM) yer alan bir dizi farklı tanı kategorisi (psikozlar, sapıklıklar ve duygulanım bozuklukları hariç tutulmak kaydıyla) esasen bu iki yapının çeşitli biçimlerdeki somut tezahürleridir. Söz konusu tanı ve sınıflandırma sisteminde yer aldığı haliyle obsesif-kompulsif nevrozla ilgili iki ana kategori, obsesif-kompulsif bozukluk (takıntı-zorlantı bozukluğu) ve obsesif-kompulsif kişilik bozukluğudur. İlki obsesyonlarla (yineleyici düşünce, itki ve imgeler) ve esasen bunlara tepki olarak ortaya çıkan kompulsiyonlarla (yineleyici davranışlar ya da zihinsel eylemler) karakterizedir. Obsesif-kompulsif kişilik bozukluğu ise düzenlilik, ayrıntıcılık, mükemmelliyetçilik, inatçılık, cimrilik, düşünceleri ve ilişkileri kontrol altında tutmak için aşırı bir çaba içinde olma gibi özelliklerle birliktedir. Varoluşu belirgin bir katılık, büzüşme, uzaklık, mesafelilik, hesaplılık, yer yer yaratıcılığı kısıtlayabilen ansiklopedik bilgi aşırılığı gibi özellik/savunmalarla boğan/kuşatan bir kişilik örgütlenmesidir.

“Mükemmel Günler” filminin kahramanı Hirayama için “obsesif nevrotik” tanısını yakıştıran ve filmi bu çerçevede yorumlamaya çalışan değerlendirmelerle karşılaştığımda ilk tepkim “ama bu haksızlık” oldu. Yalnızca aşırı indirgemecilik filan da değildi sorun. Basbayağı haksız, dolayısıyla yanlış bir tavır söz konusuydu bana göre. Çünkü her şeyden önce, belirli semptomların değerini, ağırlığını ve karakterini belirleyen şey ait oldukları bağlam, yani birbirleriyle nasıl ve hangi eksende eklemlendikleridir. Her bir semptom herhangi bir bağlamda ortaya çıkabilir pekala. Diğer bir deyişle, aynı semptomlar farklı bağlamlarda bambaşka anlamlar edinebilirler. Söz konusu bağlamlar, yani ruhsal yapı ve/ya da örgütlenmeler, konuşan varlık olarak insanın simgesel dünyaya girişi ve simgesel kastrasyona tabi oluşuyla birlikte maruz kaldığı, mustarip olduğu temel kayıpla nasıl baş ettiği, varlığın kalbindeki bu muamma, bu kurucu boşluk, bu ızdırap karşısında kendini nerede ve nasıl konumlandırdığına bağlı olarak ortaya çıkarlar. Özgül klinik yapılar olarak nevroz, psikoz ve sapkınlık asıl olarak, öznenin temel kaybını/ayrılığını nasıl ele aldığına, söz konusu kurucu travma karşısında hangi savunma düzenekleri ve stratejileri inşa ettiği ve kullandığına ilişkindir, bu özgül ilişkiyi temsil eden yapılardır.

Obsesif-kompulsif nevrozun söz konusu kayıp ve ayrılığı aşma, “geçersiz kılma” biçimi, onlarla baş etme stratejisi esas olarak nesne ilavesiyle eski/kaybedilmiş tamlık, birlik ve bütünlüğünü yeniden kurma, geri getirme girişiminden ibarettir. Daha doğrusu, kaybı ve ayrılığı tam da bu aşma girişimi esnasında, bu iptal etme hamlesi vesilesiyle kaydetme, başlangıçtaki tamlık ve bütünlüğü kendi kaybının kaydı aracılığıyla var etme, koyutlama kipidir obsesyon. Obsesif kendini, fantazisinde nesneye sahip olduğunu varsayarak ve böylece herhangi bir yokluk/eksiklikle malül olduğunu kabullenmeyi redderek konumlandırır. Bütün obsesif uğraş ve semptomlar; yani biriktiricilik, pintilik, düzenlilik, inatçılık, detaycılık, mükemmelliyetçilik, her şey için daima hazırlıklı ve donanımlı olma/görünme, bağlanma ve bağ kurma anlamına gelebilecek hiçbir muhtaçlık ilişkisi içinde bulunmama, dolayısıyla yakın ilişkilerden sakınma, oto-erotik ve mastürbasyon etkinlikleriyle tatmin arayışı, bilgiçlik… tümü bu temel yapıdan kaynaklanır.     Benliği bir zırh gibi saran böylesi kapalı ve kendi kendine yeterli bir yapı inşa ve muhafaza edebildiği, kendi eksikliğiyle karşılaşmasını/yüzleşmesini/uzlaşmasını ve başa çıkmasını sağlamak üzere Ötekine dönme, yer açma, uzanma, açılma ihtiyacından uzaklaştığı, o ihtiyacı bir talep olarak formüle etmek için hiçbir söz dağarcığına/sözlüğe bile sahip olmadığı ölçüde obsesife musallat olan bir diğer temel soru “ölü müyüm canlı mı” sorusudur. Obsesif öznenin canlı varoluşunu ispat ve teyit etmek için olağanüstü bir çaba ve enerji harcayarak somut uğraş ve eylemlerini sürdürürken (detaycılık, mükemmelliyetçilik, biriktiricilik eğilim ve çabaları), bunun belli bir düzeyde kendini tüketme ve bir tür ölüme-doğru varoluş olduğu apaçık değil midir?

Buradan devam etmek üzere.


[1] J. Lacan, Seminar III- The Psychoses, çev. Russell Grigg, Routledge, 1993, s. 174.