Abdullah Onay’a…
Hayvanlar söz konusu olduğunda Elias Canetti’nin en esaslı düşünsel ve estetik meziyetlerinden biri acıma ya da sevgi duygularına karşı uyanık olması, bu hurdası çıkmış fakat her defasında dönüp dolaşıp insanın dünyadaki hâkim konumunu meşrulaştıran duygulara asla pabuç bırakmamasıdır. Sadece hayvanlara yönelik muamelelerde değil, insani ilişkiler sathında da acıma ya da daha rafine şekliyle merhamet, Canetti nazarında “iktidar duygusunun” en üstün ve yoğun dışavurumlarından biridir. Bu sinsi duygunun saf bir tecellisi de “bağışlama”, bir başka ifadeyle öldürme kudretinin ikizi olarak iş gören yaşatma iktidarında açığa çıkar: gelgelelim bağışlamaya ve merhamete varıncaya kadar gaddarlık kendi işini çoktan görmüştür. Canetti’ye göre, bu iki temel duygu -ve elbette bunların türevleri- hayvanı önünde sonunda nesne konumuna sabitliyor, varlık sahasını da yine insanın çizdiği ve sürüsüne bereket ara-alanlardan müteşekkil ama özünde kökensel bir çatışma bölgesine hapsediyordur: ev-cillik ve yabanıllık arasında salınan pejmürde bir anlam dünyası. Uygarlık ve doğa arasındaki sıkıntılı yarılmadan neşet eden, dilin hâlâ içinden çıkamadığı bir anlam dünyasıdır bu. “İnsan” ise bu her an krize sürüklenebilecek dünyada, Canetti’ye göre, “kederin yırtıcı hayvanıdır”: bu yırtıcı hayvanın acıma, merhamet ya da sevgi ekseninde örgütlediği teolojik, felsefi ya da siyasal tüm tasavvurlar diş yahut tırnak izleriyle, tahakkümün ve sömürünün işaretleriyle dağlanmıştır.
***
Elias Canetti’de insanın canlılar âleminde kendine has bir önceliği yoktur; hayvan da bir kategori ya da kavram değil, bir imgedir daha çok: angaryası da dahil insanî dünyanın kendi külfetini ve günahını omuzlarına yüklediği; içinde avın, etin, daha doğrusu et transferinin kimi vicdani titreşimlerinin de yankılandığı, ama tüm bunlardan öte toplumsaldan kozmolojik bir genişliğe doğru uzanan kadim bir çekişmenin, kitle oluşum süreçlerinin ışıdığı ya da karanlıkta kaldığı bir imge olarak hayvan. Kendisi de bir kitle hayvanı olan insanın bu imgeyle karşılaşmasından duyduğu şey korku ya da panikten ziyade öncelikle yıkıcı bir kıskançlıktır. Hayvanın toplumsal şiddetin doğrudan muhatabı olmasının, “efendinin kaprisi” addedilen kapristen payına düşeni almasının (demokratik toplumlarda “sahiplenme” denilen söylemlerde de açığa çıkar bu kapris), türlü çeşitli boyun eğdirme pratiklerine, itaat işlemlerine maruz kalmasının temelinde de bu kıskançlık yatar. Hayvan imgesi insanın başaramadığı bir şeyi icra ediyor, öyle ya da böyle bir model teşkil ediyordur: kitle kristalleri. İnsanın kendi oluşturduğu kitle modellerinin (istersek “toplumsal dünya” diyelim buna) gerisinde kök-modeller olarak hayvanların dünyası yer alır; hayvanda bakılan modelle halihazırdaki insani modeller arasındaki kaymalar, uyumsuzluklar: bu durum insan açısından başlı başına gurur inciticidir tabii. Nitekim gurur incinmesi kıskançlıkla birleşerek eziyete kapı aralar; sırıtkan, üstünlük duygusuna dolayımlanan bir haz eşliğinde; kâh tiksintiyle kâh iyi niyet işkencesiyle hayvanı sarıp sarmalayan, varlık alanını işgal eden, kudretine göz diken bir haz...
***
İşgal demişken, tersten bir bakışla bunun hayvanlar cephesinde olanını düşünmek de mümkün: Elias Canetti’nin kitle tasavvurunun merkezine yerleştirdiği hayvanın düzen bozucu bir yanı da var. Uysallık ve itaat kimi durumlarda geçersizleşir, kaldı ki mutlak itaat imkânsızdır zira hayvan tepki gösterir, kendini korur, kaçar, direnir, saldırır, karşı koyar. Hayvan imgesinde toplanan bu türden nitelikler bir ayaklanma fikrine zemin hazırlar Canetti’de. Ernst Bloch’un tabiriyle söylemek gerekirse bu bahiste biraz ürkütücü bir “gündüz düşü” vardır Elias Canetti’nin: İnsanların iktidara karşı ayaklanması üzerine değil, hayvanların insanlara karşı topyekûn ayaklanması üzerine kurulu bir düş. Buyruk zincirinde bir kırılmayı, istisnai bir an olarak itaatin bozulmasını; hâsılı uygarlık ve yabanıllık arasındaki anlam dünyasının çöküşünü gözüne kestirmiş bir ayaklanma düşüdür bu:
Hayvanların, o sabırlı hayvanların, ineklerin, koyunların, elimize düşmüş ve bizden kaçamayan bütün hayvanların hiçbir zaman bize karşı ayaklanamayacaklarını bilmek bana acı veriyor.
Gözümde böyle bir ayaklanmanın bir mezbahada başlayışını ve bütün kente yayılışını canlandırıyorum: erkeklerin, kadınların, çocukların acımasızca ayaklar altında ezilişlerini, hayvanların yolları ve taşıtları çiğneyip geçişlerini, irili ufaklı kapıları kırmalarını, öfkeyle binaların en üst katlarına kadar saldırmalarını, metro vagonlarının vahşileşmiş binlerce öküz tarafından ezilişini ve dişleri ansızın keskinleşen koyunların bizleri parçalayışlarını düşünüyorum.[1]
Fabrikalara, hapishanelere, okullara, tımarhanelere yahut manastırlara odaklanan Michel Foucault’dan farklı olarak Elias Canetti modern iktidar tekniklerinin çekirdeğinde bir kurum olarak mezbahayı görür. Öldürmenin bu çoğun hasıraltı edilen mekânı insandaki arkaik av bilincinin cisimleştiği müstesna bir yerdir; insan ve hayvan arasındaki gerilimin nabzı mezbahada atıyordur. Fethetmenin, yakalamanın, boğazlamanın bu sisli mekânı insanın yırtıcı tarafının en somut ve normalleşmiş icadıdır; toplumsal ilişkilerin arka planında bir kurum olarak mezbaha çengelleri asılıdır, görünür güç ilişkileri (siyaset sanatı) ise herkesin bir diğerini yemek üzere köşe tuttuğu, pusuya yattığı bir kasaplık rejimine tekabül eder. Canetti’nin hayvanların muhtelif bir ayaklanmasını bu düzlemden başlayarak tahayyül etmesi gayet anlaşılır. Evet, kanlı bir ayaklanmayı tahayyül ediyordur, şimdilerde sıkça dillendirilen “çocuğun hayatı mı köpeğin hayatı mı” türünden güya -çocuktan yana işleyen- merhamet eksenli his köpürmeleri, bu köpürmelere eşlik eden Yasa düşüncesi, ya da tersine “hak” söylemleri etrafında üretilen reaksiyonlar, bütün o masumiyet ezgileri askıya alınmıştır: “erkeklerin, kadınların ve çocukların acımasızca ayaklar altında ezilişi.” Ne var ki, burada daha belirleyici olan şey kandan ziyade ayaklanma ufkunun kentin tamamına yayılmasıdır: yollar, taşıtlar, metrolar ve binalar. Hayvanlarca işleyemez hale getirilen, normal akışı kesintiye uğratılan, rutini bozulan kent: Canetti’nin hayvanlar özelinde düşündüğü ama daha geniş bir sahaya da yayılan bu ayaklanma fikri aslında potansiyel olarak sürü kavramına içkindir; bu kavramın siyasal çağrışımlarını etimolojik bir izahla ve daha soğukkanlı bir şekilde Kitle ve İktidar’da yapacaktır Canetti:
‘Sürü’ sözcüğüne hayvanlar dünyasında bir model bulunmanın zor olduğu doğrudur ama söz konusu işlemlerin somutluğunu, doğrudanlığını ve şiddetini ifade edecek daha iyi bir sözcük bilmiyorum. Almancada sürü karşılığı olan sözcük Meute’dur. Bu sözcük ortaçağ Latincesindeki hareket anlamına gelen ‘movita’ sözcüğünden türemiştir. Eski Fransızcada meute’nün iki anlamı vardır: ‘İsyan ya da ayaklanma’ ve ‘av.'[2]
Mezbahalardan başlayıp bütün bir kente yayılan, sadece doğranmak üzere bıçağa vurulacak hayvanların değil, insan tarafından ele geçirilmiş tüm hayvanların (ev içlerine kapatılmış olanların da) iştirak edeceği genel bir ayaklanma fantezisi: Elias Canetti insandan duyduğu ve bastıramadığı derin bir tiksintiyle mi kurmuştur bu düşü? Düşü siyasallaştırarak sormak gerekirse: Marx’ın yüklediği anlamda insan ve hayvan arasındaki bir bölgeye sıkışmış modern proletaryanın layıkıyla icra edemediği bir ayaklanmayı hayvanlardan umarak beklenti ufkunu fazla mı geniş tutmuştur Canetti?
***
Leninist bir ayaklanma modelinin değil ama daha demokratik bir kalkışmanın minik bir provası 2016’da İngiltere’de gerçekleşir. Galler bölgesinde otlayan koyunlar, yol kenarındaki bir mezbeleliğe atılmış kenevir tohumlarını yedikten sonra “zıvanadan çıkıp” civardaki bir köye hücum ederler, The Standard’da yer alan haberden bir kuble:
Yol kenarındaki çöplüğe atılmış bir öbek esrar tohumunu yedikten sonra kafası güzel olan koyunlar bir Galler köyünde zıvanadan çıktılar. Raporlara göre, hayvanlardan biri Swansea Vadisi’nde bulunan huzurlu Rhydypandy köyündeki bir bungalovun için girmiş ve ortalığı talan etmiştir. Telegraph’a konuşan ilçe meclis üyesi Ioan Richard ise şunları belirtti: ‘Hâlihazırda köyde dolaşan ve karın ağrısı yaratan bir koyun sürüsü var. İnsanların bahçelerine giriyorlar ve hatta bir tanesi bir bungalova girip yatak odasına sıçtı. Psikotik koyunların köyü kasıp kavuracağı bir salgının eli kulağında.'[3]
Esrarla kafaları yükselen, “sürü bilinci”ni kaybederek insanî yaşam alanlarına dadanan, başıboş davranışlarıyla kamu düzenine zarar veren, huzur kaçıran, “karın ağrısı” yaratan koyunlar: siyaset düşüncesinde olduğu kadar teoloji sahasında da kendine özgü bir işleve sahip olan bu sessiz varlıklar (koyun sürüsü) bu küçük prova esnasında çitleri aşıp bahçeleri talan ediyor, mahrem yatak odalarına teklifsizce giriyor, ortalığı birbirine katıp bir kaosa vesile oluyorlardır. Kaos bir acil durum çağrısını devreye sokar: kafadan kontak (psikotik) koyunlar bir salgın gibi yayılmaktalar. Elbette bu ayaklanma derhal bastırılır, kimileri mezbahaya kimileri derdest edilerek ahırlara kapatılır, ama kenevir tohumu mucizesi ve kalkışma bir imkândır artık: yeni ayaklanmalar an meselesidir.
***
Bir kitle toplum tarzı olarak “burjuva toplumu” her şeye müsamaha gösterir de serserilik söz konusu olduğunda bu müesseseye daima kaş kaldırır. Bilhassa kapitalizmin doğuş ve serpilme süreçlerinde yoksulluğun bir veçhesi olan serserilere yönelik çıkarılan yasaların -Marx enine boyuna değinir bunlara Kapital’de- haddi hesabı yoktur: Kılıksız serseriler işbölümünde yer tutmaz, artı-değer üretmeyen aylaklardır, hareketleri takip edilemez, suça teşnedirler, gecesi gündüzü birbirine karışmış tekinsiz varoluşlardır, tedirgin ederler, ikametgâhları ev değil, ekseriyetle sokaklar, derme çatma muhitlerdir; ıslahevlerine, tımarhanelere yahut hapishanelere kapatılırlar; zorla çalıştırılma esprisince fabrikalara sürülürler. Şen şakrak burjuva toplumunun huzurunu kaçıran, düzen bozan, gözlerden uzak tutulması gereken bir figürdür serseri.
Bu figürdeki pıhtılaşmış enerji ve anlam tortularının “başıboş” sokak köpeklerine kaydırıldığı vakıa… Kör talih yüzlerine gülerse mezbahadan farksız barınaklarda kısırlaştırılan, akabinde kulaklarında resmî küpelerle, şişmiş bedenleri ve donuk bakışlarıyla birer zombi olarak şehirlere kaçan köpekler ile henüz kısırlaştırılmamış olanlar... Bilhassa barınak görmemiş ve kısırlaştırılmamış köpekler daha bir sıkıntılıdır iktidar açısından… Özünde hiçbirinin bir adı yoktur tabii, çip takılmamıştır, takipleri olanaksızdır, yoksul değil, düpedüz sefildirler, ama kendi arazilerini yine de kendileri çizerler, kısırlaştırılmamış olanlar kaos kaygısını tetikler, bir nüfus planlama ve ıslah etme problemidirler: bu iflah olmaz serseriler, bir deri bir kemik de olsalar kentin kuytularında, mezarlıklarda, viranelerde durmaksızın çoğalıyorlardır; gündüzler kapitalist dünyanın işleyişine ve kalabalıklarına hasredilmişse de geceler onlarındır. Esrar çekmeden psikotik diye damgalanmak da sokak köpeklerinin şanındadır; kedilerden farklı olarak varlıkları, cüsseleri, özellikle de dişleri sorun yaratır; daha bir görünürlerdir, hemen sıvışamazlar, bazen köşe başlarını tutarlar, parklara çöreklenirler, yahut bir işletmenin önüne serilir ticareti sekteye uğratırlar, rızklarını temin edecekleri kapıları bilirler, vaktinde varıp karınlarına iki lokma indirip ayrılırlar, ezcümle kent uzamını bir baştan diğerine kendilerine göre kesip biçer ve kodlarlar… Bazen bir evsiz barksızla koyun koyuna, bazen bir tenhada, adı “yorgun it yatağı” diye kötüye çıkmış mıntıkalarda istirahat ederler.
Kendi ritimleri, asla bir eve açılmayan iç mekânları vardır; kokularını, sıvılarını bıraktıkları köşeler kendilerine özgü haritalama işlemleridir. Tüm bu sıkı örgütlenmiş tertibatlar aracılığıyla hayatta kalır, bir sonraki sabaha çıkarlar, ta ki soğuklardan böbrekleri çatlayana ya da bir tekerleğin altında çiğnene yahut geberesiye dövülüp de bir kaldırım kenarına atılana kadar… Esasında zararlı değil, burjuva mantığı gereğince faydasızdırlar sokak köpekleri, hizmet halkasının dışında dururlar, toplama kampları olarak barınaklar birer maliyet kalemidir. Bu yarı-proleter, tasmasız ve zincirsiz bir halde gecenin karanlığında dolanan serseriler hiçbir şey yapmasalar bile insandaki çok eski bir korkuyu, ısırılma korkusunu harekete geçirirler… Ve tam da bu korkunun siyasallaşması nedeniyledir ki yetkililer hep teyakkuzdadır, durmadan kurtulma stratejileri üretilir, mesele sokakların bütünüyle onlardan temizlenmesidir; bu temizlik arzusu uyarınca adlandırma oyunlarına müracaat edilir, yeni sürüm bir kibarlık şahikasıyla: öldürme değil, uyutma, bol kemikli rüyalarla, ve sonsuza kadar.[4]
***
Sokak köpekleri serserilikle değil, aynı zamanda daha yoğun bir kategoriyle de söylemsel kıskaca alınmaktalar; serseri imgesindeki romantik tınılar soyularak daha hararetli bir kavram da tedavüle sokulmakta, şu tılsımlı “terörist” imgesi:
Köpek terörü bugüne kadar barınaklar, kısırlaştırma ve sahiplendirme yöntemleriyle çözülemedi. Eğer yasa öngörüldüğü gibi çıkarsa, sıkı takip edilen sahiplendirme ve itlaf gibi iki seçenek olacak. Bu da sokaklarımızı esir alan başıboş köpek terörünün sonunu getirecek.[5]
Ölümü gösterip sıtmaya razı etmek modern iktidarların alametifarikalarından biri: kentlerden fersah fersah uzak barınaklar, kısırlaştırma ve sahiplendirme. Ehvenişerdir bu yöntemlerin hepsi, Foucault’nun kavramıyla biyo-politikadan insanların çektikleri yetmezmiş gibi kısırlaştırma gibi bir pratikle hayvanların bedenlerinin de o büyük nüfus ve kamu sağlığı cihazının içine çekilmesi, gerçi mevzu “sokaklarımızın” pirüpak olmasıysa gerisi lafügüzaftır. Oysa sokaklar -insan da dahil- diğer hayvanların yanı sıra, köpeklerindir de. Elbette sokaklar güllük gülistanlık değildir, ölüm ve sakatlanma birdenbire, şiddet ve açlıksa rutindir; fakat demokratik eleştirel siyaset tasavvurları sokağın dönüşümünü, özgürleşmesini, yeniden dizayn edilmesini, daha yaşanılır kılınmasını daima ajandasında tutmakla yükümlüdür, nitekim “sıkı takip edilen sahiplendirme” gibi yollar hep aynı kapıya çıkar: hayvanın varlığının silinmesi, bir sahibin elinde ve ev zindanında Allah ne verdiyse gün gün yok olması…
Belli ki iktidar sokaklarda yaprak kıpırdasın istemiyor artık. Serseri köpek imgesinden “terörist köpek” imgesine geçilince öldürme eylemi de yerini itlaf etmek eylemine bırakıyor tabii: böylesi bir dilsel düzlemde telef edilecek varlıkların “terörist” olması da ahlâki yahut hukuki bir meşruiyet çabasını zaten gereksiz kılmakta. Mesele baştan itibaren bir güvenlik problemi: “Köpek terörünün sonunu getirecek” bir nihai çözüm stratejisiyle ya da “en son terörist yok edilene kadar” sürecek bir mücadeleyle bugün yarın hal çaresine bakılacak bir sorun.
***
Bu kadar yeter. Kimi ayrımlar çok eski ve bir o kadar da aşikâr aslında, hatta belki de taş çoktan gediğine oturtulmuştur; ustanın, Oktay Rifat’ın şu asude ve yoğun şiirinde olduğu gibi:
Bizim köpekler uslu
onun köpekleri ısırıyor,
sarmaşıkları bir yıldızı
buruşturuyor buruşturuyor
sonunda cam gibi paramparça
Patlamadan korkuyoruz,
su gibi aksa
camda sardunya masada karanfil.
Akıyorlar ki koşuyoruz
akşamdan akşama
evlerimizin peşi sıra.[6]
Sokağın köpekleri yalnızca ısırmıyor, inzivalarda efkârlı gözleriyle uzun ve derin sonsuzluğa da bakıyorlar, sesleri gök kubbede; ve dağlarda koyunları, ve atları, ve dahi soğuk okyanuslarda köpek balıkları ve tabiatın mektupları olan kuşlarıyla cümle mahlûkatın o tedirgin bekleyişi: sonunda cam gibi paramparça…
[1] Elias Canetti, İnsanın Taşrası, çev: Ahmet Cemal, İstanbul: Payel Yayınları, 2004, s. 160. Canetti’nin bu fantezisine sinemanın kısmen de olsa el attığı aşikâr: Alferd Hicthcock’un meşhur Kuşlar filmi ya da Steven Spilberg’in beyaz köpek balığını konu edinen Jaws filmi ve daha niceleri; bir kuşağı değil denize girdiğinde, derede çimerken bile tedirgin eden -insan yiyen- Jaws hakkında belki başka bir yazıda konuşmak güzel olabilirdi.
[2] Elias Canetti, Kitle ve İktidar, çev: Gülşat Aygen, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2000, s. 101.
[3] “Sheep go on 'psychotic rampage' through Welsh village after eating cannabis plants”, The Standard, https://www.standard.co.uk/news/uk/sheep-go-on-psychotic-rampage-through-welsh-village-after-eating-cannabis-plants-a3257006.html
[4] Sokakları “başıboş” köpeklerden temizleme hamlesiyle genel anlamıyla “çıkıntılık” yapan toplumsal varoluşların (Kürtler, sosyalistler ve sair muhalif kesimler) sokaklardan temizlenmesi arasındaki ilişkiyi “faşizan toplum” mimarlığı terkibiyle, hukuki bağlamıyla ve raporlara dayanarak Hamza Aktan yazdı Gazete Duvar’da: “İnsan Hakkı Yoksa Hayvan Hakkı da Yok”, https://www.gazeteduvar.com.tr/insan-hakki-yoksa-hayvan-hakki-da-yok-makale-1694455. Ve ardından 1 Mayıs gösterilerinde tutuklanan 47 kişi için istenen 567 yıllık toplam hapis istemi iddianamesi geldi; bu “sokak temizliği”nin yakın dönem tarihi daha eskilere gidiyor tabii: 5 Haziran’daki Diyarbakır patlaması, ardından Suruç ve 10 Ekim gibi diğer süreçler: sokak imgesinin in cin top oynayan boş bir mıntıkaya dönüştürülmesi hususunda, Hamza Aktan köpeklere yönelik yeni yasa süreciyle diğer toplumsal ve siyasal halkaların iç içe geçtiğini söylüyordu yazısında, haklı olarak. Mesele tasarının Meclis’ten geçip geçmemesinin yanı sıra, “nihai çözüm” fikrinin ve zihniyetinin daima gündemde olması, sırasını beklemesidir.
[5] Aydın Ünal, “Köpek Teröründe Sona Doğru”, Yeni Şafak, https://www.yenisafak.com/yazarlar/aydin-unal/kopek-terorunde-sona-dogru-4623112. Aydın Ünal dışında Ahmet Hakan gibi “uyutmayalım da besleyelim” diyenler de var iktidar cenahında yer alan parlak fikirli yazarlar arasında, bu yazarları tatlı tatlı eleştiren ve bu esnada köpek kıyımlarının tarihçesini Ermeni kıyımına değin gerilerden -Hayırsız Ada meselesi- alan bir yazı için bkz. Veysi Sarısözen, “Köpek Hakkında Bir Pazar Yazısı”, Yeni Yaşam, 26 Mayıs 2024.
[6] Oktay Rifat, “Anlam Bir Sıcaklıksa” şiirinin 12. parçası, Denize Doğru Konuşma, İstanbul: Adam Yayınları, 1982, s. 55.