Hayat belki de gerçekten biz planlar yaparken başımıza gelen şeylerdir. Yine de insan plan yapmaya inanmak istiyor. Planlar yapılabileceğine. Sonuçların nedenleri olduğuna, bunları öngörebileceğine, hatta bunlara müdahale edebileceğine. Anlamı böyle kuruyoruz. İçinde hareket edebileceğimiz ilişkiler, nedensellikler olarak. “Hikâyelerin içinde yaşamak” denen şey, bu. Yoksa biz bilmiyor muyuz hiçbir hikâyenin hayatın tamamını anlatamayacağını, onun ancak bir kısmını, bizim etrafımızda, kendi coğrafyamızda olanları, kendi gördüklerimizi, elimizin uzanabildiklerini, aklımızın yettiklerini birbirine bağlayabildiğimizi. Gerçi Robert Jordan tutup 15 ciltlik Zaman Çarkı’nı yazdığında, her şeyi (ama her şeyi!) kapsayacak bir hikâye anlatmayı denemişti ama ona fantastik diyoruz zaten.
Biz “kendi hikâyemizin kahramanı” olmayı en çok edebiyattan öğreniyoruz sanırım. Her şeyden önce, hikâyenin nasıl bir şey olduğunu. Deneyim dediğimiz, hikâyeden başkası değil. Yaşayıp durduklarımızı ancak hikâyeler aracılığıyla anlamlı hale getirebiliyoruz, onları “deneyimlemiş” oluyoruz böylece. Tabii, “kahraman” olunabileceğini de hikâyelerden öğreniyoruz, hikâyesiz kahraman olur mu?
Ama kahramansız hikâye olur. Epey direndikten sonra, pek de güzel olabileceğini itiraf etmek zorunda kaldım. Oluyor yani. Bana bu itirafı yaptıran birkaç hikâyeci var, bunlardan biri, Özlem Dikeçligil. Hayalet Bakıcısı isimli ilk kitabı, Notos Kitap tarafından yayınlanmış. İlk kitap ama yazarlığın acemisi değil; “bu kadın nasıl bu kadar ustalıkla yazmış ki ilk kitabını” dedim, baktım, TRT’de metin yazarlığıyla geçen yılları varmış (doktora tezi de yazmış ama akademik metin yazmak başka bir tecrübe bana sorarsanız).
Dikeçligil’in hikâyelerinin kahramanı yok mu? Hem var, hem yok. Başına bir şeyler gelen ve bunlarla çeşitli biçimlerde baş etmeye çalışan insanlar var; bize onlar anlatıyorlar zaten, “sekiz ay sonra aradı” diyorlar mesela, “aradığında anneme kahvaltısını yaptırıyordum” diyorlar, “kendi felaketimi unutmak için Ramo’nunkilere sığınıyorum.” Ama bu karakterlere “kahraman” diyebilir miyiz? Hani şu evinden çıkıp giden, yolculukta dönüşen, eve döndüğünde artık bir başkası haline gelmiş olan kahraman? Onun da başına bir şeyler gelir, karşısına birileri çıkar, öğrenir, değişir, kararlar verir, bunlardan vazgeçer, yeni durumlara uyum sağlar ya da sağlamaz da durumları değiştirmeye çalışır, böylece başına gelen şeylerin birer anlamı olduğunu düşünürüz. Mitolojide böyledir, romanda da. Kahramanı kahraman yapan, yoldur. Her zaman nereye gittiğini bilmez, bazen de gittiğini zannettiği yere varması mümkün değildir. Ama işte, bir yere doğru ilerlemektedir. Yol. Evet, Zebercet gibi durduğu yerde durakalmış roman kahramanları da var, Gregor Samsa’yı anmıyorum bile. Biri intihar eder, diğeri haşereye dönüşür - belki zaten haşeredir! Biz onların maceralarını umutsuzluğun, umutsuz bir dünyanın metaforu olarak okuruz. Gidecek bir yol olmamasının, bunu fark etmenin verdiği sıkıntıyla. Ama bir yandan da biliriz, bir yol olmalıdır. Umut olmalıdır.
Bizim kahraman ol(a)mayan karakterlerimizin bir yere gittikleri yok. Yol da yok. “Ama işaret okumayı hiç beceremem. Yol işaretlerini bile okuyamam ben. Nerede çıkmaz sokak var, dönülmez işareti var, hep o sokaklara saparım.”(s. 20) Dönüp duran girdaplar, çeken akıntılar, düşülen uçurumlar var. Yıkılan apartmandan çıkartılıp bir yere yığılmış eşya dağının dönüştüğü canavarlar - ki bebekleri yiyebilirler (Cennete Düşen Son Kar Tanesi). Umutla ya da umutsuzlukla ilgili değiliz artık, katlanılması gereken durumlar, başa gelen şeyler. Bu durumları yaratanların gölgesini bile görmüyoruz, bir tür faili meçhul cinayet. Hayır, Dava’daki gibi değil. Hayır, İsa’nın Güncesi’ndeki gibi de değil. Bunlarda failin kim olduğuna dair yazarın da okurun da bilgisi vardır, isterseniz ona “sistem” diyelim. Bizimkilerin içinde yaşadıkları şey bir sistemse bile pek işlemiyor olmalı; yahut da totaliter dediğimiz takıntılı ve saplantılı sistemden çok, belki histerik diyebileceğimiz kaotik bir sistem olmalı. Anlamı dayatmak yerine anlamın yokluğunu yaşatan cinsten bir şey. Bu yüzden, öfke duyamıyoruz, kime öfkeleneceğiz? Ama acı var. Hem de nasıl.
Kitabın arka kapağında, yastan söz ediliyor. Kayıptan. Bazen bir insanın, bazen bir dönemin ya da eşyanın kaybına duyulan yas. Okuyup bitirdiğimde kaybolanın daha büyük bir şey, belki de her şey, dünya olduğunu düşündüm. Kayıp bebekler, kayıp adamlar, kayıp çocuklar, kayıp aşklar, kayıp hayaller biçiminde çıksalar da, öyle bir baş edilemezlik, öyle bir boşluk anlatısı ki karşımızdaki, ancak bütün dünya kaybolmuş olabilir. Tutunacak hiçbir şey, hiçbir teselli, dayanacak bir omuz, şefkatli bir el kalmamış.
“Bir felaket olursa Ramo’yla ikimiz kurtulacağız sadece. Ben benimkinden sağ çıktım. Antrenmanlıyım. Ramo da temkinli. İki felaketzede dünyadan artakalan yanık moloz yığınlarının tepesine oturup ağlayarak sigara içeceğiz. Bütün ışıklar komple gitmiş olacak. Ne Ay, ne Güneş, ne başkaları. Renksiz bir boşlukta sümüklerimiz gözyaşlarımıza karışacak. Ramo’ya mendilin var mı yanında diyeceğim. Evde kaldı diyecek, elini molozların arasına sokup aranacak. Bulamayacak, sümüğümüzü kolumuza sileceğiz. Tek eksiğimiz kağıt mendil olacak.”(s. 121)
İnsan düşünmeden edemiyor: Kahramanlık artık ancak felaketlerden sağ çıkma becerisinden ibaret mi olacak? Yıllar önce, Necla Rüzgar’ın Survival Skills isimli bir resmi üzerine yazarken (Sen Uçuşu Hatırla), “sağ kalma” ifadesi bir türlü içime sinmemişti çünkü resimdeki kadın sağ kalmakla kalmıyor, kendisini ve geyiği vuran oku sükunetle çıkarıyordu. Eylem vardı. O kadar ki, gördüğümüz şey acı değil, sükunet ve bilgelikti artık. O yüzden, “sağ çıkma” dedim, sağ kalma yerine. Ama işte, Özlem Dikeçligil’in coğrafyasında orman yuva değil, vahşi kurtların küçük kızların tostlarının kokusuna gelebilecekleri korkunç bir yer.
Acının ve yasın yarattığı kaygıyla ne yapılabilir? Öfke bu kadar iyi gizlenmişken, ancak bir kendini yok etme eylemi biçiminde ortaya çıkabilirken, o kaygıyla nasıl başa çıkılır, nasıl devam edilir? Dünyanın molozunun üzerinde oturup ağlamaktan başka?
Hiçbir hikâyenin tamamı anlatılamaz, yaşadıklarımızın bizde bıraktığı izlerden hareket ederek seçeriz o hikâyenin bileşenlerini, ne yaşadığımızı böyle anlarız. Bu kadar yaralı bereli, böyle kaybolmuş karakterlerin kahramanı olabilecekleri hikâyeler var mıdır, en çok bunu merak ediyorum.
Kitapta bana en ağır gelen hikâyenin başında, Medea’dan bir epigraf var: “Nerine: Böylesi bir felaketten elinde geriye ne kaldı? Medea: Ben kaldım, ben ve bu da bana kâfi.” Şefkatten bir burada bahsediliyor (alıntının altında yazarın notu: “Medea için şefkatle”)(s.30) bir de hiç unutmayacağım şu cümlede: “O yazdan geriye neşeyle sarılmış saf bir merhamet kaldı.”(s. 104). Yaralı karakterlerin kahraman olabilmeleri için yazarın (ve okurun) şefkatli bakışına ihtiyaçları olabilir. Madem hikâyeler metinde olup biten şeyler değil, okunurken, okundukça yeniden yazılıyorlar.