Son bir ay içerisinde Diyarbakır kent merkezinde 4 ayrı saldırı gerçekleşti. 10 Haziran’da kent merkezindeki bir parkta etkinlik düzenleyen bir özel dans okulu öğrencilerine bir grup tekbirler getirerek saldırdı. Bu saldırıdan sonra 23 Haziran’da “İsrail’e destek veren markalar” içerisinde olduğu gerekçesiyle Sur ve Kayapınar ilçelerinde yer alan bir kafe ve restorant bir grup tarafından basıldı. Son olarak, 12 Temmuz gece saatlerinde tarihi kent Suriçi’nde aynı sokakta bulunan iki kafeye gece saatlerinde ses bombalı ve silahlı saldırı yapıldı. Kafeler saldırılardan önce, müşterilerin giyim tarzından dolayı tehdit edilmişti.
Söz konusu saldırıları yapanların kim olduğuna dair net bir bilgi yok. Bugüne kadar olayı üstlenen bir örgüt de yok. Bununla beraber saldırıları ortaya çıkaran kimi dinamiklere ilişkin bazı gözlemlerde bulunmak ve yorumlar yapmak mümkün.
Yukarıdaki dört olayda saldırgan grubun sloganlarına ve sözlerine de yansıyan iki temel motivasyonun olduğu görülüyor. Bunlardan ilki çoğu kadın ve çocuk 40 bine yakın insanın yaşamına mal olan İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırıları, diğeri ise Diyarbakır’daki seküler yaşam tarzı.
GAZZE SAVAŞININ ETKİSİ
İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarının etkisinin Diyarbakır’a has olmadığı söylenebilir. Zira, “İsrail’i desteklediği” ya da “İsrailli markalar” olduğu ileri sürülen kafe ve restoranlara yönelik saldırılar Diyarbakır dışında başka illerde de gerçekleşti. Diyarbakır’da da kafelere yönelik ilk saldırı Ekim 2023 tarihinde gerçekleşti.
İsrail’in Gazze’ye yönelik savaşı Türkiye’de İslâmcı gruplar içerisinde sokağa da taşan bir reaksiyon yaratmış durumda. Bu reaksiyon son yerel seçimlere de yansıdı. AK Parti’den bekledikleri İsrail’e yönelik tepkiyi ve Gazze’ye dönük desteği göremeyen önemli bir kesim –ekonomik krizin de etkisiyle– politik desteğini geri çekti; ya sandığa gitmedi ya da Yeniden Refah Partisi’ne yöneldi.
Kimi markalara yönelik boykot ve protesto eylemleri bir yönüyle dindar-muhafazakâr tabanda oluşan reaksiyonu soğurma işlevi de görüyor. Hükümete yönelme potansiyeli yüksek olan bu toplumsal tepki İslâmcı gruplar vasıtasıyla pasifize ediliyor. Şiddete varan eylemlere ve eylemcilere dönük cezasızlık uygulaması bu savı güçlendiriyor. Hükümeti eleştiren İsrail karşıtı gösteriler sert polis müdahalesiyle engellenirken, ticari işletmelere dönük ya da parkta dans eden insanlara yönelik fiziki saldırılar son saldırılara kadar cezasız kaldı. Silahlı saldırının olduğu son vakada gelen tepkilerin de etkisiyle üç kişi tutuklandı.
İsrail’e yönelik toplumsal tepkinin ekonomik, siyasi ve diplomatik kaynaklara sahip ve bu anlamda etki gücü yüksek AK Parti hükümetinden ziyade kimi kafe ve restoranlara, markalara yönelmesi bir yönüyle İslâmcı grupların araçsalcı, konformist ve/veya normatif anlamda tutarsız eğilimleri olarak da okunabilir.
İsrail üzerinde etki yaratma derdi olan bir siyasetin doğal olarak hükümeti adım atmaya zorlayacak bir siyasi ve toplumsal mobilizasyon içerisine girmesi beklenirdi. İslâmcı grup ve hareketlerin bunu yapmayıp çeşitli firmalara yönelmesi Gazze meselesinin bir yönüyle toplumsal mobilizasyon için araçsallaştırıldığını gösteriyor. Nitekim, AK Parti hükümetinin Mart seçimleri sonrası İsrail’e yönelik politikalarında gerçekleştirdiği sınırlı değişimde, işletmelere yönelik protesto gösterilerinden ziyade Yeniden Refah Partisi’ne yönelen oylar etkili oldu.
Öte yandan, eleştirilerin AK Parti hükümetinden ziyade işletmelere yönelmesi hükümetle ve devlet şiddetiyle karşı karşıya gelmekten kaçınma anlamında konformist bir eğilimi de ifade ediyor.
Bununla beraber, bu eğilim normatif anlamda tutarsızlık olarak da yorumlanabilir. Son 22 yılda AK Parti hükümeti ile İslâmcı gruplar arasında kurulan maddi ve sembolik ilişkiler, İslâmist gelenekte eleştirel aklı büyük oranda aşındırdı, bu grupları merkeze entegre ederek büyük oranda devletleştirdi. Bu durum, İslâmcı grupların maddi ve sembolik çıkarlarını normların, değerlerin üstüne koyduğu yeni bir “İslâmcı rasyonalite” inşa etti. Ancak, bu yeni rasyonalite, normatif düzlemde Türkiye’deki İslâmcı siyasetin altını oydu. Gazze ile dayanışmaya dönük eylemlerin sönüklüğünün ve etkisinin sınırlı kalmasının en önemli nedenlerinden birini de bu oluşturuyor.
KÜRT İSLÂMCILIĞININ YENİDEN RADİKALİZASYONU
Bu argümanların yanı sıra, İsrail’in Gazze’ye dönük saldırılarının Türkiye’de İslâmcı yapılar içerisinde kimi grupları radikalleştirdiği de söylenebilir. Söz konusu saldırılar bu radikalleşmenin yansımaları ya da ilk işaretleri olarak da okunabilir. Eyleme katılanların neredeyse tamamının genç olması bu radikalleşme ihtimalini güçlendiriyor. Bu grupların niceliksel olarak küçük olması durumun önemini azaltmıyor.
Bununla birlikte, Diyarbakır gibi bir şehirde bir ay içerisinde dört ayrı saldırının gerçekleşmesi meselenin İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarına indirgenemeyeceğine işaret ediyor. Burada, Kürt alanının kendi özgün dinamikleri de önemli bir yer tutuyor.
Her şeyden önce Türkiye’deki İslâmcı radikalleşmenin en önemli sahalarından birini Kürt alanı oluşturdu, oluşturuyor. Kürt alanındaki İslâmcı radikalizasyon hiçbir zaman bir kitle hareketine dönüşmedi. Bununla birlikte sınırlı gruplar içerisinde etkili olsa da hep var oldu. Ayrıca, Türkiye’nin batı bölgelerinde radikalleşen İslâmcı gençlerin önemli bir kısmı Kürt. Hatırlamakta fayda var: Afgan mücahitlerinin Sovyetler karşıtı direnişine Kürt illerinden birçok genç katıldı. 1990’lı yıllarda Kürt İslâmcılığı Hizbullah deneyimiyle radikalleşti. Yine, Irak ve Suriye’de hızla yükselen Irak-Şam İslâm Devleti Örgütü’ne (İŞİD) sadece Suriye ve Irak’tan değil, Türkiye’den de birçok Kürt genci katıldı.
İKİ KÜRTLÜK HALİNİN REKABETİ
Söz konusu saldırıların altında yatan ana dinamiğin iki Kürtlük hali arasındaki rekabet olduğu söylenebilir. 2014 yılında tamamladığım Doktora tezimde ayrıntılı çalıştığım bu meseleyi Birikim sayfalarında birçok kez yazdım. Özetlemem gerekirse, Türkiye’de Kürtlük hallerine ilişkin iki farklı toplumsal tahayyül var. Bugün ana-akım Kürt partisi DEM Parti’nin temsil etttiği ilk tahayyül 1960’lara kadar uzanan bir sosyal ve siyasal mobilizasyona dayanıyor. Bu toplumsal tahayyül esas olarak Kürtlüğü ulusal kimlik olarak görüyor ve sol bir mirasa sahip. 1990’lı yıllarla birlikte, toplumsal cinsiyet eşitliği ve özgürlüğü, çoğulcu kimlik politikaları, ekoloji ve sekülerizm gibi meseleleri de içermeye başladı.
Öte yandan, 1990’lı yıllarla birlikte bu Kürtlüğe alternatif bir dindar-muhafazakâr Kürtlük gelişmeye başladı. Normatif çerçevesini Med-Zehra cemaatinin kurduğu bu ikinci Kürtlük daha sonra Hizbullah ile radikalleşti. Buna karşın, 1990’lı yıllarda ne Med-Zehra cemaati ne de Hizbullah cemaati bir kitle hareketine dönüştü. Dindar-muhafazakâr Kürtlük hali ve buna dayalı toplumsal tahayyül esas olarak AK Parti ile birlikte kitleselleşti. AK Parti’nin ilk yıllardaki reformist karekteri, Kürt kimliğine kısmi de olsa alan açan dilsel-kültürel haklara ilişkin reformları, Kürt çatışmasına yönelik çözüm süreçleri dindar-muhafazakâr Kürtlük tahayyülünü kitleselleştirdi. Bu eğilim, ayrıca Irak Kürdistan Bölgesi’nin 2003-2005 sonrası de jure bir bölge olarak Mesud Barzanî liderliğinde kuruluşuyla birlikte daha da güçlendi.[1]
SEKÜLER KÜRT HEGEMONYASININ AŞINMASI
Kendi içlerinde farklı eğilimleri içeren bu iki Kürtlük tahayyülü arasında uzun bir zamandır rekabet söz konusu. Bu rekabet özellikle birbiriyle ilişkili iki alanda yoğunlaşmış durumda: sekülerlik ve toplumsal cinsiyet eşitliği ve özgürlüğü. Bununla beraber, seküler hayat tarzına yönelik gelişen saldırılar bir yönüyle ana-akım Kürt siyasetinin hegemonyasının aşınmasıyla da ilişkili.
İnişli çıkışlı da olsa 1999-2015 yılları arasındaki barış süreçleri Kürt alanında ana-akım Kürt siyasetinin hegemonyasını hem genişletti hem de derinleştirdi. Bu hegemonyanın sembolik merkezi olan Diyarbakır’da sadece siyasi alanda değil, kültürel, sosyal ve ekonomik alanda da Kürt siyasetinin etkisi arttı. Bu siyasi gelenek bu dönemde hem kentleşti hem legalleşti hem kurumsallaştı.
Öte yandan, 2015 yılında Çözüm Süreci’nin çökmesi, ardından başlayan kent çatışmaları ve 15 Temmuz darbe girişimi, sonrasında ilan edilen OHAL yönetimiyle beraber Kürt meselesi yeniden “terör” ve “güvenlik” çerçevesine alındı. Bu yeni politikayla birlikte, 2016 sonbaharı sonrası belediyelere kayyımlar atandı, birçok STK ve medya kuruluşu kapatıldı ve binlerce siyasetçi, aktivist tutuklandı. Bu uygulamalar yoluyla ana-akım Kürt siyasetinin kurumsal altyapısının önemli oranda ortadan kaldırılması, geçen sekiz yılla birlikte ana-akım Kürt siyasetinin toplumsal hegemonyasını aşındırdı.
Öte yandan, merkez ile son yirmi yılda iyi ilişkiler kuran ikinci Kürtlük halinin alanı genişledi, maddi ve sembolik kaynakları arttı. Toplumsal alanda özellikle kayyımlarla birlikte bu yapıların görünürlükleri geçmişle kıyaslanmayacak düzeyde arttı ve yaygınlaştı. Özetle, sol, seküler, ulusal Kürtlük tahayyülünün aşınması ve dindar-muhafazakâr Kürtlük tahayyülünün alanının genişlemesi, Kürt alanında İslâmcı radikalizasyonun zeminini güçlendirdi.
İki toplumsal tahayyül arasındaki rekabetin gerçekleştiği bağlamın çoklu şiddet rejimleri üzerine inşa ediliğini hatırlamakta fayda var. Bu şiddet rejimleri sadece alanı kurmuyor, aktörleri de inşa ediyor. Türkiye’de siyasal ve toplumsal alanın inşasında özellikle 2016 sonrasında artan devlet şiddeti belirleyici bir rol oynuyor. Öte yandan, Kürt alanında hem yapısal şiddet (derinleşen ekonomik eşitsizlikler ve artan politik baskı) hem de sembolik/kültürel şiddet (kayyımlar örneğinde görüldüğü üzere yapısal ve doğrudan-fiziki şiddetin meşrulaştırılması) tüm ağırlığıyla duruyor. Dünya deneyimleri doğrudan/fiziki şiddeti var eden ana dinamiğin yapısal ve sembolik şiddet olduğunu gösteriyor.
KÜRT YOKSULLUĞU VE SINIF KAVGASI
Tüm tablo içerisinde altı çizilmesi gereken bir diğer dinamik Kürt alanındaki sınıf kavgası. Siyasal alanda yeterince görünür olmayan bu kavganın sosyal alandaki etkileri çok güçlü. Zira, Kürt yoksulları son 20 yılda siyasal alanda çok güç kaybettiler.
2000’li yıllara kadar esas olarak bir alt sınıf hareketi olan, kır ve kent yoksullarına dayanan ana-akım Kürt siyaseti 2000’li yıllarla birlikte bir alt ve orta sınıf koalisyonuna dönüştü. 2000’ler sonrası kentleşme, legalleşme ve kurumsallaşmayla birlikte orta sınıfların Kürt siyaseti içerisindeki etkisi ve ağırlığı arttı. 1999-2016 yılları arasında süren yerel yönetim deneyimiyle birlikte Kürt alanındaki sınıfsal ayrımlar artı, mekânsal ayrışmalara dönüştü. Diyarbakır, mekânsal ayrışmalara varan bu sınıfsal ayrımların en görünür olduğu şehirlerden biri. Ana-akım Kürt siyaseti içerisinde Kürt yoksulları pozisyonlarını kaybederken, İslâmcı radikalizasyonun daha çok Kürt yoksulları içerisinde etkili olduğunu not etmek gerekir.
Son saldırıların merkezlerinden olan tarihi Suriçi bölgesi son yıllarda “soylulaştırma” projelerinin arttığı bir alan. Bir yandan 2015-2016 yılları arasındaki kent çatışmaları sonrasında Suriçi’nin yaklaşık üçte birlik bir bölümü AK Parti hükümetinin soylulaştırma merkezli projeleriyle yereldeki aktörleri de içerecek şekilde yeniden kuruldu. Öte yandan, Suriçi’nin kalan bölgelerinde eski Diyarbakır evlerinin restorasyon projeleriyle kafe, restoran, otel gibi ortasınıfların tüketim alanlarına dönüşmesi başka bir “soylulaştırma” süreci işlevi gördü. Oysaki kent yoksullarının ana merkezlerinden biri olan, kır-yoksullarına zorunlu göç sonrası evsahipliği yapan Suriçi bölgesinde bu tür eski Diyarbakır evleri toplumsal eşitliğe yönelik, bölge sakinlerini güçlendiren, sosyal ve kültürel hayatı destekleyen mekânlara dönüşebilirdi. Geçmişte bu alanda sınırlı da olsa iyi örnekler inşa edildi. Bununla beraber, hakim eğilim soylulaştırma oldu.
Çoğunlukla yoksulların yaşadığı Suriçi bölgesindeki saldırıların bir yönüyle bu soylulaştırma siyasetinin ve projelerinin beslediği bir sınıf çatışmasını içerdiğini iddia edebiliriz. Zira, bu bölge yoksulluğun yanı sıra aynı zamanda İslâmcı grupların yıllardır örgütlendiği ve kimi mahallelerde etkili olduğu bir alan.
DÜŞMANLIK DEĞİL SİYASET
Tüm bu tablo Kürtlerin kimlikten öteye dertlerinin olduğu gösteriyor. Kuşkusuz din, sınıf, toplumsal cinsiyet gibi farklı dinamikler üzerinden farklılaşmış Kürt gruplarının kolektif eyleme becerisi Kürtlerin kolektif haklarının devlet tarafından tanınması bakımından önem arz ediyor. Bununla birlikte, sınıfsal ayrımlar, toplumsal cinsiyet eşitsizlikleri, inanç özgürlüğü kadar dinsel azınlıkların ve inançsızların haklarını güvence altına alacak özgürlükçü bir sekülerlik en az kimlik meselesi kadar önemli meseleler. Üstelik bu toplumsal meseleler iyi yönetilmediği takdirde Kürtler arası şiddet kaynağına dönüşebiliyor.
Farklı siyasi eğilimdeki sıradan insanları, örgütlü grupları ve kurumlarıyla Kürt toplumu önemli bir meydan okumayla karşı karşıya: Tüm bu toplumsal farklılıkları ve çatışmaları, farklı Kürtlük hallerini ve toplumsal tahayyülleri düşmanlık ilişkisine dönüşmeden siyaset zemininde tutmak.
Tüm bunlar için de her şeyden önce diyalogu ve müzakereyi mümkün kılacak düzenleyici kurumlara ve ortak çoğulcu platformlara ihtiyaç var.
[1] Dindar-muhafazakâr Kürtlük üzerine daha önce kaleme aldığım ayrıntılı bir analiz için bkz. Cuma Çiçek, “İslâm Referanslı Kürt Siyasetlerinin İnşası ve Dönüşümü”, Kürt Araştırmaları Dergisi, Sayı 3, Mart-Mayıs 2020, https://kurdarastirmalari.com/uploads/3_dosya/cuma_cicek.pdf, erişim tarihi: 15 Temmuz 2024.