İşkence Hakikati
Işıl Kurnaz

Birleşmiş Milletler İşkenceye Karşı Komite’nin 80. oturumu, 8-26 Temmuz arasında Cenevre’de toplandı. 80. oturumun önemi, 17-18 Temmuz’daki toplantılarda ana inceleme konusu ülkenin Türkiye oluşu. İşkenceye Karşı Komite’nin Türkiye’nin 5. Periyodik İnceleme Raporu öncesinde sorduğu sorular ile Türkiye’nin periyodik raporu bu oturumlarda incelendi. Bunun yanında sivil toplum kuruluşlarının, hükümet dışı organizasyonların ve Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu gibi ulusal insan hakları kurumlarının raporları da gündemin bir bileşeniydi.

Gerek Komite’nin soruları, gerek Türkiye’nin resmî yanıtları birbirini izleyen bir akışa sahip. Yani Komite’nin bir paragrafta açıklamasını istediği husus, Türkiye’nin resmî raporunda ilgili paragrafta bir şekilde açıklanıyor. Ama tüm sivil toplum kuruluşlarından gelen alternatif raporlar da hesaba katıldığında uluslararası hukukun ve kurumların düştüğü boşluklar da genişleyerek kendi alternatif gerçekliğini haykırıyor. Bu alternatif gerçeklikten, yani devletin kurumlarıyla cevaplamadığı, sessiz kaldığı hususlardan biri de işkence suçunun soruşturulmasına ilişkin uygulamadaki fasit daireler.

Türk Ceza Kanunu’nun 94. maddesi işkence ve eziyet suçunu düzenliyor. Buna göre işkence ancak kamu görevlisi tarafından işlenebilen bir özgü suç türü. Yani bir kişiye karşı insan onuruyla bağdaşmayan ve onun bedensel veya ruhsal yönden acı çekmesine, aşağılanmasına yol açacak davranışların bir kamu görevlisi tarafından gerçekleştirilmesi gerekiyor. 2003 yılında yasada yapılan değişiklikle artık işkenceye karışmış kamu görevlilerinin soruşturulması için idari izin gerekmiyor. İşkence suçunda zamanaşımı da olmadığı için işkenceyle cezasızlıkla mücadelede önemli bir eşik aşılmış oluyor. Ama bu eşik gerçekten aşılıyor mu, yoksa uygulamayla norm arasındaki boşlukta hâlâ bir karanlık gizli mi?

Uluslararası insan hakları örgütlerine gönderilen alternatif raporlar, devletlerle uluslararası kurumların boşluklarını tarif etmekte, onların içine kolayca düşebilecekleri belagati tersine çevirmekte oldukça önemli alternatif okumalar. Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın Türkiye raporuna yönelik Alternatif Gölge Raporu, bu açıdan önemli bir soru soruyor: Evet, Türkiye’de işkence suçunun ilgili normunda soruşturma izni gerekmiyor ancak işkence vakalarıyla ilgili olarak uygulamada her zaman TCK’nın bu maddesi işletilmiyor. Bunun yerine kasten yaralamaya ilişkin TCK madde 86 ile zor kullanma yetkisine sahip kamu görevlisinin ölçüsüz kuvvet kullanmasına dair TCK madde 256 işletiliyor. Bu suçlarda soruşturma izni Memurlar ve Diğer Kamu Görevlilerinin Yargılanması Hakkında Kanun usulünce işletildiği için de aslında uygulamada ve resmî verilerde işkence suçuna bir başka cezasızlık kalkanı daha örülmüş oluyor.

Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın alternatif raporu, Cumartesi Anneleri örneğiyle bu ikircikli durumu daha da berraklaştırıyor: Cumartesi Anneleri, Anayasa Mahkemesi’nin ihlal kararına[1] rağmen hâlâ en temel protesto haklarından yoksun bırakılıyor. Üstelik AYM kararı her ne kadar toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı bakımından ihlalle sonuçlansa da bu hakkını kullanan insanlara yönelik sistematik gözaltı ve polis müdahalesi ile yargı tacizini kötü muamele kapsamında değerlendirmediği için eksik bir ihlal kararı olmasına rağmen yine de uygulanmıyor. Türkiye İnsan Hakları Vakfı, Cumartesi Anneleri’nin kendilerini gözaltına alan emniyet müdürleri ve polis memurları hakkında yaptıkları otuz bir suç duyurusunu hatırlatıyor. Bu suç duyurularının ardından soruşturma başlatan savcılar, soruşturma dosyalarından yirmi altısını İstanbul Valiliği'ne göndererek idari izin talebinde bulunuyor ancak vali bu taleplerin yirmi beşine izin vermediği için kolluk görevlileri bir koruma kalkanına alınmış oluyor.

İşkenceye Karşı Komite’nin ayrı bir başlık açtığı mesele, 2015 sonrasındaki sokağa çıkma yasakları sırasında Cizre dahil olmak üzere Güneydoğu Anadolu’daki ölümlere ilişkin soruşturmalar. Bunların yaşam hakkı ihlali olup olmadığının yanında işkence ve kötü muamele ile ilgili bir boyutu da var, elbette etkili soruşturma yükümlülüğüyle ilgili olduğu kadar. Komite, gözaltında kayıplar ve işkence iddialarıyla ilgili soruları soruyor ancak hükümet yanıtları Türkiye’nin çoklu şekilde savaşmakta olduğu iç ve dış mihrakları açıkladıktan sonra yapılan soruşturmaların hepsinden takipsizlik kararı çıktığı şeklinde oluyor.

Hükümet, bu dönemdeki işkence ve gözaltında kayıtlarla ilgili Cizre Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından on beş soruşturma yürütüldüğünü, ancak hiçbir şikâyetçinin işkence iddiasının olmadığını, gözaltındaki sağlık raporlarında bu yönde bir bulguya rastlanmadığını ve tüm şikâyetçilerin bir STK aracılığıyla şablon dilekçeler yoluyla aynı iddiaları delil göstermeden ileri sürdüklerini söylüyor. Bu nedenlerden dolayı da Cizre Cumhuriyet Başsavcılığı’nın soruşturmaların her biri hakkında takipsizlik kararı verdiğini açıklıyor.

Tüm bunlar olurken Anayasa Mahkemesi 8 Temmuz’da sokağa çıkma yasakları sırasındaki ölümlere ilişkin birkaç kararı üst üste yayımladı. Kararlar daha çok sokağa çıkma yasakları sırasında çatışmalarda nasılsa bir şekilde ölen insanlara ilişkin etkili soruşturma yapılmadığından bahisle yaşam hakkının usul boyutunun ihlali iddialarına ilişkindi. Kararlardan birinde[2], Yüksekova’daki çatışmalar sırasında ölen kişinin yakınlarının devletin kusur sorumluluğu olduğuna ilişkin iddiası, kişinin ölmesinin bir kanun hükmünün icrası kapsamında ve kendi kusuru sebebiyle olduğundan bahisle reddedilmiş. Anayasa Mahkemesi’nin ihlal kararı, bu ölüm olayıyla ilgili görevlilerin tespiti konusunda soruşturmada eksiklikler bulunduğu gerekçesiyle yaşam hakkının usul boyutu hakkında verilmiş.

Diğer bir karar, Nusaybin’de benzer dönemde gerçekleşen bir ölümde devletin kusuruna ilişkin. Burada ise son soruşturma işlemi 2017 yılında yapıldığından ve başvurucular, soruşturmanın etkisiz olduğunu 2017’den beri tespit edebilecekken hiçbir adım atmayıp daha sonra bireysel başvuru yaptığından bahisle süre aşımı kararı verilerek dosyanın esasına girilmemiş.[3]

Aynı gün yayımlanan diğer iki kararda, Nusaybin’de ve Sur’da yaşamakta olan aileler sokağa çıkma yasakları ve çatışmalardan dolayı evlerini terk ettikleri, ekonomik ve manevi zarara uğradıklarını söylemişler ancak yerel mahkemeler, bedeni, manevi ve cismani bir zarar söz konusu olmadığı için idarenin sorumluluğu olmadığını ifade etmişler. Anayasa Mahkemesi, yerel mahkemenin bu tespitini açık ve bariz takdir hatası olarak nitelendirip, adil yargılanma hakkının hakkaniyete uygun yargılanma hakkı yönünden ihlal kararı vermiş.[4] Özetle sokağa çıkma yasakları ve çatışmadan ötürü yaşadığı yeri terk etmek zorunda kalmanın kendisini korunabilir bir değer olarak görmüş diyebiliriz.

Tüm bu süreçler ve dosyalar, birbiriyle bir şekilde bağlı. Elbette Anayasa Mahkemesi örneklerindeki normatif ve hukuki sorun işkence iddiası değil, ama bu kararlar da sokağa çıkma yasakları dönemine ilişkin soru soran Birleşmiş Milletler Komitesi’nin bölgesel incelemesiyle bağlantılı.

Gökçer Tahincioğlu’nun Mühür romanında işkenceye uğrayan Baran’ın hikâyesi gizlidir. İşkence burada “kimseyi dinlemeyen, birbirine kenetlenmiş, çemberin içine aldıklarını yok eden bir karanlık” olarak tasvir edilir. İşkenceye karşı mücadele etmeye çalışan Avukat Saim söyler, “Bu çocuklara işkenceden fazlası yapılıyor,” diye. “Cezaevinde, o bebeleri darp izi geçene kadar doktora bile götürmezler.” Hükümet raporunda, işkence iddialarının araştırılmamasının sebebinin sağlık raporunda bu yönde hiçbir bulgu olmadığı şeklinde açıklandığını düşününce, aklınıza ister istemez Baran geliyor tabii.

Birleşmiş Milletler İşkence Karşıtı Komite toplandı ve bitti. Bir diğer oturumu 28 Ekim’de olacak. Orada da başka ülkelerin hikâyeleri dinlenecek. Uluslararası hukukun bir handikabı, dilinin bürokrasiyle örülü olması, onun yavaşlığı sırasında geçen zamanda hayatların bir başka karanlığın içine hapsolması.

Tüm bu iç içe geçen, birbiriyle bir şekilde bağlantılı, ayrı zaman ve mekânlarda olan işkence, gözaltında kayıplar ya da siyasi türbülans zamanlarında karanlık sokaklarda ne olduğuna dair hikâye aslında devletlerden çok insanlara ait bir hikâye.

Arjantin ve Şili’de diktatörlük sırasında gözaltında kayıplar ve işkencelerden sorumlu olanlar için bir tür cezasızlık normu olan “self-amnesty” denilen “kendi kendine af” hükmü getirilmişti. Bunun üzerine Arjantin’deki Plaza de Mayo Anneleri ve Anneanneleri’nin öncülüğünde bu hükmün arkasından nasıl dolanılacağı, stratejik davalama yöntemlerinin nasıl geliştirileceği tartışılmıştı. İşte hakikat hakkı diye bugün açığa çıkan şey, o insanların çocuklarını bulmasına engel olan hukuk normunun arasından sisteme sızabilmek için icat edilmişti.

Her icat gibi öncesinde insanların dünyası saklıydı, her icat gibi geleceğe kalmak üzere hâlâ bir yerde askıda bekliyordu. Bulunabilmek için.


[1] Gülseren Yoleri, B. No: 2020/7092, 29/3/2023.

[2] Alaaddin Babat ve Diğerleri.

[3] Ahmet Dal ve Diğerleri.

[4] Hatip Oyman ve Diğerleri ile Yılmaz Şenol Başvurusu.