Freud’un eserindeki en dokunaklı, yer yer ürpertici, insanın içine işleyen hikâyelerin muhtelif “baba” halleri/konumları ile ilgili olması sebepsiz değildir şüphesiz. Çok güçlü, etkileyici, sarsıcı ifadelerle ilerleyen o hikâyelerden sonra, içine düşmemek için kıvranıp durduğumuz dipsiz bir uçurum açılmış gibi olur içimizde. Dayanılmaz bir derinlik, boşluk, eksiklik duygusunun duyurması kendini birden; yükselmesi, kabarması, dalgalanması, olur. Sanki içimizin maddesini/kütlesini kaybetmişiz de, tutunacak son bir dal bulamazsak düşecekmişiz gibi, olur. Psikanalitik teorik gövdeyi baştan sona kateden, güdüleyen temel bir arayıştır sanki o hikâyelerde dile gelen; kalıcı/sarsılmaz bir dayanak noktası oluşturma, sabit bir çıpa/referans yaratma özlemidir. Hiç kesilmeden, eksilmeden ısrar edip duran bir tür dip akıntısıdır bu. Kökleri çok derinlerde olan bir hüsranı, yerine getirilmemiş bir sözü, görmezden gelinmiş bir talebi, karşılık bulmamış bir isteği, yüzüstü bırakılmış ve terk edilmiş olmayı onarma, iptal ve/ya da telafi etme girişimi, böylece belki de bir teselliye kavuşma umududur. Aradığımız bütün cevapların tam kıyısındayızdır sanki.
Söz konusu hikayelerden birisi de Rüyaların Yorumu’undaki (1900) şu rüyadır:
Bu örnek rüyanın ön hazırlıkları şöyleydi: Bir baba çocuğunun hasta yatağı başında günler ve geceler boyu beklemişti. Çocuk en nihayetinde öldükten sonra, biraz uzanmak için yan odaya geçer, ama çocuğun uzun mumlarla çevrili cesedinin konduğu odayı yattığı yerden görebilmek için kapıyı açık bırakır. Çocuğun başında beklemesi için tutulan yaşlı bir adam da dualar mırıldanarak cesedin yanında oturmaktadır. Baba, bir-iki saatlik uykusunda şöyle bir rüya görür: çocuk onun yatağının yanına gelmiş, onu kolundan yakalayıp suçlarcasına “Baba, görmüyor musun yanıyorum?” diye fısıldamaktadır. Uyanır, yan odada parlak bir ışık görünce hemen oraya koşar ve görür ki yaşlı adam uykuya dalmış ve sevgili evladının cesedinin sargıları ve kollarından biri, üzerlerine düşen bir mum yüzünden yanmıştır.[1]
Freud, söz konusu rüyaya ilişkin olarak, kendi standart rüya yorumuyla, yani rüyaların bilinçdışı bir isteğin doyurulması ve uykunun bekçileri olduğu tezleri çerçevesinde ilerleyen görece basit bir açıklamayla yetinir. Sanki rüyadaki dehşet, kahredici itham ve çaresizlik, ele geçirilemez ve ulaşılamaz bir şey ıskalanıyordur: Uyuyan kişi ansızın bir dış müdahaleye, gerçeklikten gelen bir uyarıma (sıcaklık artışı, ateşin parıltısı, duman kokusu) maruz kalır, daha sonra hem uykusuna devam etmek (“rüya uykunun bekçisidir”) hem de çocuğunu bir süre daha canlı olarak görmek için (bir istek/arzu doyuruluyor/gerçekleşiyordur), söz konusu uyaranları içeren bir rüya sahnesi inşa eder. Böylece uykusu bölünmemiş ve gerçekliğe/gerçek dünyaya uyanmak yerine uykusunu sürdürmüş, uzatmış olur. Başta rüyayı tetikleyen dışsal uyaranlar belli bir yoğunluğa ulaşınca da uykusunu sürdüremez olur ve en nihayet uyanır, gerçek dünyaya döner. Yine de belli bir ihtiyat payı bırakır Freud ve şunları ekler:
Bu yoruma rüya içeriğinin aşırı belirlenmiş ve çocuk tarafından söylenen sözlerin onun yaşamı boyunca söylenmiş sözcüklerden oluşmuş olması gerektiğini ve babanın zihnindeki önemli olaylarla bağlantılı olduğunu eklemek dışında bir değişiklik önerecek değilim. Örneğin “Yanıyorum” çocuğun hastalığındaki ateş sırasında söylenmiş olabilir, “Baba, görmüyor musun?” ise bilmediğimiz hayli emosyonel bir başka durumdan türemiş olabilir.[2]
Lacan, buna neredeyse tamamen zıt bir yorum ileri sürer: Babanın uykuyu sürdürme isteğini kabul ettiğimize göre onu uyandıran ne olmuştur diye sorar:
O talihsiz babayı hatırlayın: Ölmüş evladının yattığı odanın yanındaki odaya dinlenmeye gidiyor, çocuğun başını bekleme görevini bir başka yaşlı adama devrediyor ve bir şey gelip onu uyandırıyor, nedir o şey? Sadece onu gerçeğe çağırmaya yarayan bir gürültünün gerçekliği, şoku, knocking’i değildir; gerçekte olmakta olanın neredeyse aynısının, bir mumun devrilip çocuğunun yattığı yatağı ateşe vermesinin rüyaya tercümesidir.
Bu anlatılan Freud’un Traumdeutung’da (Rüyaların Yorumu) ortaya attığı iddiayı -rüyanın bir arzunun gerçekleşmesi olduğunu- pek doğrular nitelikte değildir.
Bu noktada Traumdeutung’da neredeyse ilk defa, görünüşe göre rüyanın ikinci bir işlevinin ortaya çıktığına tanık oluruz -rüya burada sadece uykuyu devam ettirme ihtiyacını karşılar. O zaman Freud bu noktada sözü tam da bu rüyaya getirerek ve bunun rüyayla ilgili savını tam anlamıyla doğruladığını vurgulayarak ne demek istemiştir?
Şayet rüyanın işlevi uykuyu devam ettirmekse, rüya sonuçta onun ortaya çıkmasına neden olan gerçekliğin bu kadar yakınına gelebiliyorsa, bu gerçekliğe uykudan çıkmadan karşılık verilebilirdi, denemez mi? En nihayetinde uyurgezerlik diye bir şey var. Ortaya çıkan soru; Freud’un daha önce belirttiği bütün emareler üzerine sormakta haklı olduğumuz soru, Uyandıran nedir? sorusudur. Rüyanın içindeki başka bir gerçeklik değil midir? Freud bu gerçekliği şöyle betimler: Dass das Kind an sienem Bette steht, çocuk yatağının yanındadır, ihn am Arme fasst, onu kolundan tutar ve sitemkar bir tonla mırıldanır, und ihm vorwurfsvoll zuraunt: Vater, siehst du denn nicht, Baba, görmüyor musun, dass ich verbrenne, yanıyorum?[3]
Lacan, babayı uyandıran şeyin rüyanın içindeki başka bir gerçeklik olduğunu düşünür demek ki. Çocuğun onu kolundan yakalayarak fısıltıyla sorduğu soruda ("Baba, görmüyor musun yanıyorum?"), panik, ümitsizlik, hüsran ve teslimiyetle yüklü bu aşırı jestte çoktan var olan bir şeydir bu. Nitekim bir kez daha, “Bu mesajda, babanın yan odadaki tuhaf gerçekliği teşhis etmesini sağlayan gürültüden çok daha fazla gerçeklik var, öyle değil mi?” diye sorar. Demek çocuğun, babanın suçlu olduğunu ima ederek “Görmüyor musun yanıyorum” diye itham etmesinin gerçekliği, dışsal gerçeklik denen şeyden daha katı, kesin ve dehşet vericidir. Dolayısıyla onu uyandıran şey, çocuğun ölümündeki bu mesajla yüzleşmeme, onu yadsıma, cehaletini/bilgisizliğini sürdürme arzusudur. Zizek’in de işaret ettiği gibi, “uyumayı sürdürebilmek, körlüğünü korumak, arzusunun gerçeğine uyanmaktan kaçınmak için gerçeklik denen şeye kaçar”. Kendini bu korkunç, dayanılmaz, dehşetli rüyayla duyuran arzusunun Gerçek'inden kaçmak için kendi eski, normal gündelik gerçekliğine “uyanır”, karışır, sığınır; deyim yerindeyse orada görünmez olmayı, huzura kavuşmayı istiyordur. Şöyle devam eder Lacan:
Esasen rüyanın sürdürülmesi ıskalanmış gerçekliğe tabiri caizse bir saygı duruşu değil midir? Asla ulaşılamayan bir uyanışta, artık sadece kendini sonsuza kadar tekrarlayarak var edebilecek bir gerçeklik… Artık ebediyen cansız olan -hatta alevlerin yuttuğu- bu varlıkla bundan böyle, alevlerin onunla kazaen, rastlantı sonucu buluştuğu o an dışında nasıl bir buluşma olabilir?[4]
Rüyadaki gerçek çocuğun ölümüdür. Ve çocuğun ölümünün/yokluğunun babaya hissettirdiği, babaya ifade ettiği, baba için temsil ettiği şeylerin; katlanılmaz ve kahredici suçluluk ve pişmanlığın ve yerine getirilmemiş, ıskalanmış, atlanmış şeylerin tamamıdır:
Çünkü rüyada oğlanın hala hayatta olduğu iddia edilmez. Ama o korkunç görüntü, babasını kolundan tutan ölmüş çocuk rüyada kendini hissettiren bir öbür dünyaya işaret eder. Arzu burada nesnenin en zalim biçimde görselliğe dökülen kaybıyla mevcudiyet kazanır. Hakikaten eşsiz olan bu buluşma sadece rüyada gerçekleşebilir. Sadece bir ayin, sürekli tekrar edilen bir edim bu hatırda tutulması imkansız buluşmanın anısını yaşatabilir -çünkü baba olarak o baba dışında kimse, yani bilinçli hiçbir varlık, bir evladın ölümü nedir bilemez.[5]
Sesini kaybetmiş, sesi çıkmayan babalardır bunlar, sesi güçbela işitilebilen. Kendilerine yönelmiş, ama diğer yandan tam olarak dile getiremediğimiz imkânsız çağrının biçare muhatapları. Kendimizi öyle çağırmamız, öyle hissetmemiz bu yüzden değil midir: Modern dünyanın öksüz ve yetimleri… Baba neredeyse çünkü, katlanılmaz yokluk ve hüsran, ateş ve kül, ıssızlık ve kimsesizlik, bir türlü ulaşmayan, duyulmayan fısıltı ve çığlıklar da çoktan oradadır.
[1] Freud, SE V, s. 509 (Türkçesi: Düşlerin Yorumu II, çev. Emre Kapkın, Payel Yayınları, 1992).
[2] Freud, SE V, s. 510.
[3] J. Lacan, Psikanalizin Dört Temel Kavramı, çev. Nilüfer Erdem, Metis, 2013, s. 64.
[4] Lacan, a.g.e., s. 65.
[5] Lacan, a.g.e., s. 65-66.