Sanat Eserinin Özerkliği Sanatçının "Dokunulmazlığı" mıdır?
Barış Özkul

Birikim’de geçen hafta, günümüzün çoğu tartışmasında “amasız-fakat”sız bir tutum benimsenmesini eleştiren iki önemli yazı yayımlandı: Tanıl Bora’nın “Amalı-Fakatlı”sı ve Süreyyya Evren’in “Ama İmkânları Fakat Fısıltıları”. Bora’nın yazısı, güncel tartışmalarda “ama” ve “fakat” çekincelerinin gitgide bir zayıflık işareti olarak damgalanmasına; gri alanların, nüansların ve tereddüt paylarının kaybolmasına dikkat çekiyor. Evren’in yazısı ise bu tartışmayı kültürel ve sanatsal zemine taşıyarak, “ama”ların ve “fakat”ların kamusal alanda birer fısıltıya dönüşmesinin, özellikle sanat ve eleştiri söz konusu olduğunda nasıl bir daralmaya yol açtığını sorguluyor.

Evren, kültür-sanat alanında süregiden tartışmalarda “amasız-fakatsızlık” talebinin ne anlama geldiğini sorgularken, sık sık bir sanatsal “özerklik” (kendi deyimiyle, “otonomi”) hatırlatmasında bulunuyor: “Sanatın otonomisini tümüyle iptal eden bir sahne yaratmakta maalesef…”, “Durun, bu bir sanat eseridir, otonomisi vardır”, “Kendimiz otonomiyi tanımıyoruz zaten, devlet niye tanısın”, “Nasıl haykıralım ki, romanın herhangi bir otonomisi olduğu fikrini itibarsızlaştırdık”, “Ancak sanatı iyi-kötünün dışında, kendi otonomisine sahip bir alan olarak alırsak, o zaman sansürlenmesine karşı çıkabiliriz.

Örnekleri çoğaltmak mümkün; yazının ana ekseninde sanatın özerkliğinin tehdit altında olduğu tezi yer alıyor. Evren’e göre, sanata yönelik sansür ve linç dalgası kimi zaman sanatçının “cinsel erdemsizlikleri”, kimi zaman da politik gerekçelerle –örneğin Rus piyanistlerin Putin’e küfretmesinin ya da Filistin-İsrail meselesinde taraf olunmasının istenmesiyle– ansızın kabarıveriyor.

***

Bu yazıda niyetim, Evren’in sansür ve linç konusundaki tespitlerini ayrıntılı olarak tartışmak değil – bu tespitlerin kısmen haklı yanları olabilir; fakat durumun yazarın iddia ettiği kadar vahim olduğunu düşünmüyorum. Yazıda kim oldukları açıkça belirtilmeyen bu linç ve sansür taraftarlarının, sanat hayatımızda estirdikleri “tedhiş rüzgârı”nı Silivri’deki mahpusların durumuna benzetmeyi ise doğrusu bir hayli abartılı buluyorum. O kadar değil!

Burada tartışmak istediğim husus, sanatın ve sanatçının özerkliği fikri: Bu “özerklik” gerçekten de değişmez, evrensel ve tartışılmaz bir kural, neredeyse bir yasa mıdır? Yoksa, tarihte belirli koşullarda ortaya çıkmış, anlamı ve sınırları zamanla değişmiş bir kabul müdür? Bugün, sanatçıların ve eserlerin özerkliğini savunmak, onları toplumsal eleştiriden veya sorumluluktan tümüyle muaf mı kılar? Sanatın özerkliği savunusu hangi koşullarda anlam kazanır, hangi koşullarda anlamsızlaşır?

“Sanatın otonomisi” diye anılan ilkenin nereden çıktığı, hangi toplumsal-siyasal çelişkiler içinde şekillendiği üzerine düşünmeden, bu tartışmayı yerli yerine oturtmak mümkün değil. Çünkü bugün neredeyse mutlak bir hakikat gibi sunulan “sanatın ve sanatçının özerkliği” fikri, belirli bir tarihsel dönemin, yani modernitenin, özellikle de Romantik çağın ürünüdür. İlkin, Kant’ın Yargı Gücünün Eleştirisi’nde “güzelliğin” herhangi bir çıkar, amaç, fayda ya da dışsal değerle kirlenmemiş bir “amaçsız amaçlılık” olarak görülmesiyle başlayan; ardından Schiller’e, Coleridge’e, Baudelaire’e ve Mallarmé’ye kadar uzanan bu çizgide sanat, kendi yasasını kendi koyan, toplumsal işlevlerden ve fayda ilkelerinden bağımsız, içkin bir bütünlük olarak idealize edilmiştir. 19. yüzyıl boyunca bu “özerklik” anlayışı, bir yandan sanatın toplumsal veya politik işlevlerden soyutlanmasına, diğer yandan sanatçının da adeta bir yarı-ilah statüsüne yükseltilmesine yol açmıştır. Baudelaire’in flanörü ya da Oscar Wilde’ın Basil Hallward’u gibi figürlerde, hayatın gündelik akışından, toplumsal angajmandan, ahlaki yükümlülüklerden soyutlanmış bir “sanatçı” idealiyle karşılaşırız.

***

Ama bu düşünce tarzı, tarihsel bir olgudur ve sonsuza kadar sürmesi beklenemez. Sanat eserini kendi başına bir “ada” olarak yüceltmek, sanatçının hayatını ve eylemlerini, etik/toplumsal ölçütlerden tümüyle ayrı tutmak tarih boyunca geçerli bir şey değildi; sanatçı da her zaman Romantiklerin yücelttiği gibi toplumun üstünde olan, topluma yol gösteren bir figür değildi; Rönesans’ta, ayna imalatçılarının loncasıyla, ressamlar loncası birbirine denk statüdeydi örneğin.

Evren’in yazısında vurgulandığı gibi bir sanat eserinin değerlendirilmesiyle sanatçının kişiliği, geçmişi, güncel davranışları arasında doğrudan bir özdeşlik kurulması, hem etik hem de estetik bakımdan problemli olabilir; ama öte yandan, sanatçıyı tümüyle eleştiriden ve sorumluluktan azade, dokunulmaz bir figür haline getirmek de en az o kadar sorunlu. Sanatçının hayatıyla eseri arasında bir mesafe gözetilmesi sanatçıyı “eleştirilemez”, “kusursuz” bir figür yapmaz; sanat eserinin özerkliği sanatçıya “iyi-kötü”den bağımsız olma, toplumsal ilişkilerden soyutlanma hakkı vermez. Eğer sanatın özerkliği bu tür bir ayrıcalığı meşrulaştırmak anlamına geliyorsa, burada artık demokratik ve eşitlikçi bir kültür anlayışından söz edilemez.

***

Evren’in yazısında, yine sanatın “otonomi”sinin savunulduğu bir yerde, sanatın diğer bilgi biçimlerinden farkı şöyle anlatılıyor:

“Sanata otonomi tanıdığında sanatçıdan özellikle hiçbir şey bekleyemezsin; sanatçının hayatında iyiler ve kötüler sürekli yer değiştirebilir. Sanatçı da sürekli kötü ve erdemsiz olan olabilir. Olamaz dersek sanata atfedilen bütün isyankârlık, sıradışılık, farklı bilgi biçimi iddiası iptal olur ve sanat da diğer bilimsel, siyasal, toplumsal bilgi biçimlerinden biri gibi olur. Onlar zaten var.”

Burada kastedilen bir ressamın ürettiği bilgi biçimiyle bir bilim insanının ürettiği bilgi biçimi arasındaki farksa, gayet isabetli bir tespit bu. Bilim ile sanat arasındaki ayrım zaten bunun için yapılıyor. Sanat, bilim gibi epistemolojik temellere oturtulabilecek türden bilgi üretmediği için farklı bir kategoriye yerleştiriliyor. Ama bu ayrımın varlığı, sanat eserinin mutlak anlamda “özerk”, yani toplumsal süreçlerden ve kolektif emekten yalıtılmış bir şey olduğu anlamına gelmez. Modern çağda sanat eseri, yalnızca tek bir bireyin, dehanın, sanatçının ürünü değildir; boya imalatçısından, matbaa işçisine, enstrüman ustasından sahne tasarımcısına kadar pek çok kişinin emeğini, toplumsal ve maddi süreçleri içerir. Öyleyse, matbaa işçisine de aynı “isyankârlık”, “sıradışılık” hakkı tanınıyor mu? Matbaa işçisi de “bu romanda benim de emeğim var, özel hayatım ve toplumsal sorumluluklarım ile eserim arasında ayrım yapılsın, ‘otonomi’ gözetilsin” diyebilir mi, yoksa Evren’in yazısında sıradışılık ve isyankârlık daha dar anlamda sanatçı figürüne tahsis edilmiş ayrıcalıklar olarak mı konumlanıyor?

***

Bugün, galiba sanatta özerklik kavramının kendisini yeniden tartışmanın ve yeni toplumsal ilişkilerle, değişen kamusal duyarlılıklarla, yeni bir sanat anlayışıyla birlikte tekrar tanımlamanın zamanı gelmiş görünüyor. Çünkü ne sanatta ne de hayatta öyle ebed-müddet geçerli, dokunulmazlık zırhına bürünmüş “otonomiler” vardır. Eserin değerlendirilmesinde başat ölçüt sanatçının kişiliği, yapıp-ettikleri, iyiliği-kötülüğü olmayabilir, ama isteyenler de sanatçıyı yaptıklarından dolayı takip etmeme, eserin değerlendirilmesinde bunu gözetme hakkına sahiptir. Süreyyya Evren’i rahatsız eden protestolar sanat eleştirisinde yalnızca “linç ve sansür”e indirgenemeyecek, daha çoğulcu bir yaklaşımın habercisi olabilir ve bunun sakıncaları kadar olumlu tarafları da olabilir.

Belki de sanatta “otonomi”yi kayıtsız şartsız savunmak yerine onun toplumsal, tarihsel ve etik sınırlarını eleştirel bir gözle yeniden tartışabilmek gerekiyor.