Avrupa Birliği'nin 'Faust'vari Anlaşması
Sezin Öney

Avrupa Birliği ve Türkiye'nin mülteciler konusundaki anlaşması bir "dönüm noktası" olarak niteleniyordu. Gerçekten de öyle oldu. 18 Mart'ta varılan anlaşma, 20 Mart'ta yürürlüğe girdikten iki gün sonra, Suriyeli mülteciler konusunda çalışan başlıca uluslararası kurumlar, anlaşmanın odak noktasında olan Yunan Adaları'ndaki çalışmalarını durdurma kararı aldı. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR), Sınır Tanımayan Doktorlar (Medicins Sans Frontieres-MSF), Uluslararası Kurtarma Komitesi (International Rescue Committee-IRC) ve Norveç Mülteci Konseyi, Türkiye ve AB'nin anlaşmasının "hukuka aykırılığını", bu kararlarına gerekçe olarak gösterdi.

Söz konusu anlaşmada, özellikle UNHCR'ın, bir tür "garantör" kurum olarak gösterildiği göz önüne alınırsa, uygulamada çöküşe yol açabilecek çok ciddi bir krizden bahsediyoruz. 18 Mart'ta, Brüksel'de gerçekleşen AB-Türkiye zirvesi sonrası açıklanan anlaşmada, birkaç kez UNHCR, adres gösteriliyor; örneğin, anlaşmanın 'kalbini' oluşturan ilk maddede, şöyle deniliyor:

"Komisyon, Avrupa Birliği Kurumları ve diğer üye ülkeler ile beraber, UNHCR'ın da desteğiyle bir mekanizma oluşturulacak..."

Bahsi geçen mekanizma, Ege Denizi'nde yılda yaklaşık 1 milyon insanın geçiş yaptığı mülteci rotasının kapanmasını sağlayacak bürokratik yapının yaratılması anlamına geliyor. Yani, Yunanistan ve Türkiye'den mülteciler konusunda uzman bürokratların ve güvenlik görevlilerinin, "kriz noktası" olan, Yunan Adaları'nda beraberce çalıştıkları bir yapıyı beraberce oluşturacaklar; anlaşma bunu öngörüyor. Bu mekanizmayı oluşturan AB'nin kendisi ama uygulama, özellikle UNHCR'ın gözetimi altında Yunanistan ve Türkiye'nin üzerinde. "Bu anlaşma ile bir alakamız yok" gibi sert bir açıklamayla aradan çekilen UNHCR olmazsa, bu kurumun yerine denetim ve gözetim yapabilecek başka bir kuruluş da yok. Son kertede, yürütme sorumluluğu Yunanistan ve Türkiye’nin üzerinde olduğundan, anlaşmayı kotaran Avrupa Birliği liderleri, başarısızlığın adresi olarak bu iki ülkeyi gösterebilir.

Ancak, anlaşmanın çökmesi durumunda sorumluluğun kimin üzerine kalacağı ötesinde, en önemli nokta, bu anlaşmanın “hukukiliği”. Malum, Türkiye, yargı ile ilgili problemleri olan bir ülke. AB ile olan ilişkiler de, özellikle, Türkiye’nin yasaları ve yargı bağımsızlığı konusunda kendisini temize çekmesi konusunda önemli bir itici güç gibi görülüyordu. Öte yandan, AB’nin kendisi de klasik ulus-devlet modeli üzerindeki meşruiyetini, kurduğu yasal düzene, yani “hukukiliğine”, dayandığı kanuni norm ve ilkelerin “üstünlüğüne” dayandırıyordu.

Türkiye-AB anlaşmasının “hukuka uygunluğunun” tartışmalı olması ise, tarafların ilişkisinde, çok düşündürücü, kritik bir dönüm noktası.

Kendi İçinde Çelişen İfadeler

Anlaşmanın ilk maddesinin ilk cümlesi, “Yunan Adaları’na geçen tüm yeni düzensiz göçmenler, Türkiye’ye iade edilecektir” diyor. Bu cümlede, “düzensiz göçmenler” ifadesinin kullanılması, savaş koşullarından kaçan Suriyeli mültecilerle, “daha iyi yaşam şartlarına sahip olmak için göç ediyor” addedilen Afganistan, Irak, İran gibi ülkelerden gelenlerin ayrılması için belli ki... Buna karşılık, her kim için olursa olsun, “toplu bir iade” yapılması, Avrupa Temel Haklar Bildirgesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve AB’nin iltica konusundaki hukuki düzenlemelerine aykırı.

“Toplu sınırdışıların” (anlaşmada kullanılan kavram ‘mass expulsion’) gerçekleşmesi, tamamen AB ve uluslararası hukuka uygun biçimde gerçekleşecek deniliyor. Ayrıca, “toplu sınırdışıların”, “sınırdışı etmeme” (zulüm olan yere geri göndermeme-non-refoulement) prensibi ile çelişmeyeceği de ifade ediliyor. Hukukçu olmayanların bile, “olacak iş mi” diyecekleri bir düzenleme söz konusu açıkça görüldüğü gibi.

“Toplu sınırdışıların”, “geçici” ve “olağanüstü”, “istisnai” bir tedbir olacağı da vurgulanıyor. İronik biçimde, Carl Schmitt’in, “Egemen istisna haline karar verendir” felsefesine yaklaşmış bir AB çizgisi var karşımızda. Üstelik de, bu tedbirlerin, “insani eziyeti sona erdirmek ve kamu düzenini tesis için olduğu” (to end the human suffering and restore public order) da eklenmiş.

Bu birinci maddenin geri kalan kısmında ise, “Yunan Adaları’na gelen göçmenlerin kayıt altına alınacağı ve iltica başvurularının, Yunan makamlarınca değerlendirileceği; iltica başvurusunda bulunmayan veya iltica başvurusu kabul edilemez bulunanların da Türkiye’ye geri gönderileceği” ifade ediliyor. Maddenin geri kalanından, AB’nin iltica/sığınma prosedürlerinin esas alınacağı ve sürecin, UNHCR’ın gözetimine tâbi olacağı anlaşılıyor. Tabii, bunun da pratikte münkün olabilmesi, UNHCR’ın çekilmesi nedeniyle mümkün değil.


Genel olarak bakıldığında, hem “tüm göçmenleri” geri gönderen, hem de “göndermeyen” bir düzenlemeyi öngörüyor anlaşma. Bu gibi çelişkilerin ötesinde bir de, Türkiye’deki insan haklarını ilgilendiren birçok önemli kısmı da var.

Eğer bir sığınma başvurusu “kabul edilemez” bulunursa, bunun AB hukuki düzenlemelerine (The EU Asylum Procedures Directive) göre iki sebebi olabilir: bir tanesi, Türkiye’nin “güvenli üçüncü ülke” kabul edilmesi, ikincisi ise, Türkiye’nin sığınma başvurusunun ilk yapıldığı ülke olması.

Türkiye’nin, “güvenli üçüncü ülke sayılabilmesi için bir kişinin ırkı, dini, ulusu, belli bir sosyal gruba ve politik düşünceye bağlı olması dolayısıyla yaşamı ve özgürlüğünün tehdit altında olmaması gerekir”.[1]  Bu tanım, şu an Türkiye’de kendini, şu veya bu şekilde “farklı düştüğü” için tehdit altında hisseden herkes için düşündürücü elbette.

Türkiye’nin kendi insan hakları sicili, yaşayarak tecrübe ettiğimiz üzere, oldukça bunaltıcı ve can yakıcı bir çöküş içinde. Buna karşılık, Türkiye’nin “güvenli ülke” sayılması söz konusu. Yani, şu an Türkiye vatandaşları tarafından yapılan bir sığınma başvurusu “güvenli ülke” varsayımı ile reddedilebilir.

Zaten, Türkiye’nin “güvenli ülke” olarak kabul edilmesi söz kousu olmasa, AB ile anlaşmada, “vize serbestisi” kavramı dahi geçmezdi. Çünkü “vize serbestisinin”, “güvenli ülke” kabul edilmeyen bir ülkeye verilmesi mümkün değil.


Peki, “güvenli ülke” nedir?

AB’nin kendi tanımlamasına göre, Cenevre Konvansiyonu ve diğer AB düzenlemelerine göre “güvenli ülke” şunların olmadığı yer, 


“[D]emokratik bir sistemin olduğu; genelde ve tutarlı biçimde,

-Hiçbir zulmün olmadığı,

-Hiçbir insanlık dışı veya aşağılayıcı veya eziyetin,

-Şiddet tehdidinin,

-Hiçbir silahlı çatışmanın yaşanmadığı.

Aslında, bu tanımı okuduktan sonra diyecek çok şey yok. Hukuki deyişle, ‘prima facie’, Türkiye ‘güvenli ülke’ olma kriterlerinin tek bir tanesini bile yerine getiren bir ülke değil.

Türkiye vatandaşlarının, karşı karşıya olduğu insan hakları ihlalleri oldukça ciddi boyutta; bir de, tabii, Türkiye’nin bir de, vatandaşı olmayanların durumu var…

Mesela, Lütfullah Tacik...

Lütfullah Tacik, Afganistan’dan Türkiye’ye kadar sığınmacı olarak geldikten hemen sonra, 2014’te Van’da öldürülüyor.

Tacik, daha bir çocuktu; 17 yaşında. Otopsi raporuna göre, Tacik, kan kanseriydi-akut lösemisi vardı yani. Ve sığınmacı olarak yakalandıktan sonra, bulunduğu Van Gölü Çocuk ve Gençlik Merkezi’nden alınıp polisler tarafından hastaneye götürülecekken, yolda esrarengiz biçimde ‘rahatsızlanıyor’. Rahatsızlanması da şu: otopsi raporuna göre, dayak yiyor. Bu esrarengiz ölüm, mülteciler ve sığınmacılar konusunda çalışan Uluslararası Af Örgütü (Amnesty International) gibi kurumların çabalarıyla, kapanıp bir köşeye atılacak adi bir vaka olmaktan son anda kurtuluyor. Eğer, bu gibi kurumlar, insan hakları alanında çalışan avukatlar olmasa, Tacik’in ölümü gibi konular yargıya bile taşınamayacak. Otopsi raporu, kasıtlı bir ölüme işaret ederken; Tacik’in cinayet zanlıları, ‘kaza geçirdiğini’ iddia edip, konunun kapanmasına çalışıyordu.

Tacik’in Kasım 2015’ten beri süren duruşmalarında, bir ‘cezasızlık’ köşe kapmacası oynanıyor. Yani, davanın kapanabilmesi için türlü çabalar sergileniyor. Örneğin, avukatlar, müşteki olarak kabul edilmiyor; Tacik’in ailesinden vekâlet isteniyor. Oysa, Afganistan’ın bir dağ köyünde oturan yaşlı anne-babanın okuma yazması bile yok; onlardan vekalet alabilmek, avukatlar açısından teknik olarak mümkün değil. Avukat Mahmut Kaçan, kendisinin müdahilliği için vekâlet almanın imkânsızlığını mahkemeye anlattıklarını ve mahkemenin kendisinin bu vekâleti almaya çalışmasını istediklerini söylüyor. Mahkeme, müdahillik konusunu sürüncemede bırakarak, davada çıkacak karara temyiz kapısını kapamış oluyor.

Öte yandan, Suriyeli bir mülteci de, Sabiha Gökçen Havalimanı’nda, aylardır keyfi biçimde gözaltında tutuluyor. Suriyeli M.K., 9 Kasım 2015’te, Ürdün’den gelerek, Sabiha Gökçen Havalimanı'na vardığında gözaltına alındı. M.K., o gün bugündür, doğal ışığın bulunmadığı ve yapay aydınlatmanın devamlı açık olduğu bir alanda gözaltında. Uluslararası Af Örgütü'nün ilgilendiği vakada, M.K.’nın gözlerinin devamlı ışığa maruz kalmaktan ötürü zarar gördüğü ve tıbbi bakıma ihtiyacının olduğu belirtiliyor.

Bir diğer Suriyeli mülteci F.M. 15 Mart 2015'ten bu yana, yani bir yıldır Atatürk Havalimanı'nda keyfi olarak gözaltında tutuluyor. "Sorunlu Yolcular Odası" denilen kapalı bir mekânda tutulan mültecinin serbest bırakılması için küresel çapta başlatılan acil eyleme konu olmuş durumda. F.M.’nin Suriye’ye zorla geri gönderilmesi veya “gönüllü geri dönüşe” mecbur bırakılması riski de F.M.’yi bekleyen çok daha kötü bir ihtimal. Hiçbir yargı kararı olmadan, idari kararla 1 yıldır kapalı durumda olan F.M.’ye yönelik uygulama bir cezalandırma uygulamasına dönüşmüş durumda.

Uluslararası Af Örgütü birkaç ay önce yayınladığı “Avrupa’nın Bekçisi: Türkiye’deki Mültecilerin Hukuka Aykırı olarak Alıkonulmaları ve Sınırdışı Edilmeleri” başlıklı raporunda mültecilere yönelik insan hakları ihlallerinin Avrupa Birliği ile Türkiye arasında başlayan müzakerelerle arttığını dile getiriyor.

Bu üç insanın hikâyesi, Türkiye’de mültecilerin durumunun da, hiç öyle siyasetçilerin anlattığı gibi dört başı mamur olmadığını gösteriyor.

Tüm bunları göz önüne alınca, açıkça ortaya çıkıyor ki, AB’nin Türkiye ile yaptığı anlaşma, “Faust”vari bir anlaşma.


[1] “Member States may apply the safe third country concept only where the competent authorities are satisfied that a person seeking international protection will be treated in accordance with the following principles in the third country concerned: (a) life and liberty are not threatened on account of race, religion, nationality, membership of a particular social group or political opinion; (b) there is no risk of serious harm as defined in Directive 2011/95/EU; (c) the principle of non-refoulement in accordance with the Geneva Convention is respected; (d) the prohibition of removal, in violation of the right to freedom from torture and cruel, inhuman or degrading treatment as laid down in international law, is respected; and (e) the possibility exists to request refugee status and, if found to be a refugee, to receive protection in accordance with the Geneva Convention.”