Trajedi, Birey, Toplum
Barış Özkul

Modern hayata özgü başka birçok kavram (demokrasi, kent, senato vd.) gibi trajedinin kökeni de Antik Yunan’a dayanır. Aristoteles, trajedinin ilk derli toplu tanımını yaparken edebiyat yapıtlarını, özellikle Sofokles’in Oedipus Rex’ini temel almıştı. Edebiyat yapıtlarını bugün de geçerliliğini koruyan olay örgüsü, karakter, diksiyon, müzik, düşünce gibi kategorilere ayıran Aristoteles, trajediye yol açan etken olarak “hamartia” terimini ortaya atmıştı. Hamartia, “kişinin karakterindeki kusur” anlamına gelir. Aristoteles’e göre trajik karakter kural olarak toplumun üst tabakasından gelirdi. Karakterindeki bir kusurdan dolayı yüksek konumunu kaybeder (terse dönüş-peripeteia) ve sonuçta bu kusurun kendi dışındaki bir yazgıyla bağlantılı olduğunu anlardı (anagrosis). Bu, sonradan Batı düşüncesine “karakter yazgıdır/yazgı karakterdir” şeklinde yerleşen ilkenin erken formülasyonlarından biridir. Ama unutmayalım ki Aristoteles’te karakteri ve trajedisini belirleyen şey hâlâ bir dış etkendir (kuşatıcı bir yazgıdır). Antik Yunan’da başka türlüsü olamazdı.

Trajedinin bu tanımını değiştiren dönüm noktası Avrupa tarihinde Rönesans’ı ve Protestanlığı ortaya çıkartan süreçtir. Gene edebiyattan gidelim. Shakespeare’in ikinci sınıf oyunlarında karakterlerin yazgısı dış etkenler tarafından belirlenir. Örneğin, A Midsummer Night’s Dream’de (Bir Yaz Gecesi Rüyası) Lysander ve Hermia gibi karakterlerin yazgısını doğaüstü güçler yönlendirir. Karakterler, sevgili değiştirme kararını kendi iradeleriyle değil, hiç farkına varmadıkları dış etkenlerden dolayı alırlar. Ya da Romeo ve Juliet’te Romeo ile Juliet, Montague ailesi ile Capulet ailesi arasındaki husumetin ortasında kalırlar ve ilişkilerinin seyrini bireysel kararlarından çok bu kavga belirler. Kuşkusuz bu iki oyun başka özellikleriyle de önemli ve keyif vericidir ama Shakespeare’i Shakespeare yapan özelliklerden yoksundurlar.

Shakespeare’in büyük tragedyalarında (Hamlet, Othello, Macbeth) bu durum değişir. Hayalet, prens Hamlet’e oyunun ta başında babasının amcası ve annesi tarafından öldürüldüğünü söyler. Eğer Shakespeare bütün bir Ortaçağ’a yayılan morality play (ahlak oyunu) örüntüleriyle yazmak isteseydi, prens Hamlet’in annesi ve amcasını fazla vakit kaybetmeden öldürmesi gerekirdi. Ama Hamlet bunu yapmak yerine bütün tereddütleri ve çelişkileriyle oyunun sonuna kadar bekler; olan biteni anlamaya çalışır, önceden belirlenmiş bir yazgının gereği olarak veya bir dış etkenin itkisiyle değil, kendi bireysel iradesi ve kararlarına göre davranır. Çünkü örneğin Luther diye birisi çıkıp “sola fide, sola scriptura” demiştir. Bu, neye inanacağıma, neyi nasıl yargılayacağıma karar verirken herhangi bir aracıya değil kendi aklıma ve kendi bireysel irademe güvenirim demektir (Tarihin bu aşamasına gelinmesinde Luther’in bireysel katkısından çok kapitalizmin ortaya çıkışı ve onun yarattığı yeni birey vardır ama şimdi o konuya girmeyeyim). Dolayısıyla Hamlet’in trajedisini trajik kılan Hamlet’in karakterindeki bir kusur değil, Hamlet’in bütün karakteri ve bireysel varlığıdır. Bu yüzden Hamlet, kendi etrafındaki karakterleri de belirleyen bir ağırlığa sahiptir. Hamlet’in taliplisi ancak Ophelia gibi bir karakter olabilir, Desdemona, Miranda veya Hermia olamaz.

Trajedinin bir karakter olarak bireyle (onun kararları, çelişkileri, tereddütleri, iradesi, toplam varlığı ile) eşitlenmesi tarihin o aşamasında oldukça önemli bir değişimdi ve bugün de modern paradigmayı belirlemeye devam ettiğini düşünüyorum. 

Edebiyatla devam edeyim: Elizabeth Çağı ve öncesinde Batı edebiyatı “kaypak, güvenilmez, gezgin” Yahudi tiplemeleriyle doludur. Shakespeare’in çağdaşları da bu konuda eksik kalmamıştır. Elizabeth Çağı’nın Shakespeare’le birlikte diğer önemli oyun yazarı Christopher Marlowe’un The Jew of Malta’sı (Malta Yahudisi) sözkonusu Yahudi tiplemesini yeniden üretir. Marlowe’un Yahudisi bir bireysel karakter değil bir klişedir. Ama Shakespeare’in The Merchant of Venice’ine (Venedik Taciri) geldiğimizde basmakalıp bir Yahudi tiplemesiyle değil Yahudi bir karakterle/bireyle karşılaşırız: Shylock.

Edebiyat tarihçileri yüzyıllardır Shylock üzerinden Shakespeare’in anti-Semit olup olmadığını tartıştılar. Bu tartışma bana pek anlamlı görünmüyor. (17. yüzyıl İngiliz toplumuna hâkim ideoloji çerçevesinde Shakespeare bir anti-Semit olmuş olabilir.) Ama mesele o değil: Venedik Taciri’nde Shylock, Yahudilere yakıştırılan kötü sıfatlarla dışlanır, itilip kakılır. Ama Shakespeare, “Yahudilere müstahaktır” demek yerine Shylock’un iç dünyasına ışık tutar, ona bir kimlik ve karakter verir ve sonuçta bir komedya olarak bilinen Venedik Taciri'nde dünya edebiyatının en trajik karakterlerinden biriyle karşılaşırız: 

“If you prick us, do we not bleed?

if you tickle us, do we not laugh? if you poison

us, do we not die? and if you wrong us, shall we not

revenge?” 

(Derimize bir şey batırdığınızda kanımız akmıyor mu sanıyorsunuz? Bizi gıdıkladığınızda gülmüyor muyuz sanıyorsunuz? Bizi zehirlediğinizde ölmüyor muyuz sanıyorsunuz? Bize haksızlık ettiğinizde intikam almaz mıyız sanıyorsunuz?”) 

Veya 

Thou calledst me dog before thou hadst a cause/ But since I am a dog, beware my fangs./ 

(Yok yere bana köpek dedin, madem ben bir köpeğim, dişlerimden kork)

Shylock bunları patetik bir tipleme olarak veya karakterindeki bir kusurdan dolayı söylüyor değildir. Aksine, bireysel bir karakter olarak kafa tutuyordur. Sevincini de hüznünü de trajedisini de belirleyen şey toplumsal ve kişisel etkenlerin bir alaşımına tekabül eden bireysel karakteridir.   

Edward Said, Oryantalizm eleştirisi çerçevesinde Shakespeare’in Tempest (Fırtına) oyununa bakarken genç-güzel-ve sarışın Miranda’ya “askıntı” olan zenci Caliban ve olaya müdahale eden Prospero’nun Oryantalizm’in erken örneklerinden biri olduğunu ileri sürer. Ama aslında Shakespeare, köle ticaretini yönettiği halde Ada’ya zenci köle getirilmesini yasaklayan Elizabeth Çağı İngilteresi’nde Caliban gibi bir karakteri sahneye taşıyarak ve ona bir kimlik ve ses vererek Said’in iddia ettiği şeyin tam tersini yapıyordu. Tarihî bağlamı içinde bakıldığında Caliban’ın varlığı Oryantalizm’in değil Oryantalizm eleştirisinin başlangıcı olarak da okunabilir - ki zaten Oryantalizm’in eleştirisi Batı’da, Batı'nın düşünce sistematiği içinde başlamıştır.

***

Sonuç olarak Rönesans ve Elizabeth Çağı’yla birlikte trajedinin tanımı değişirken kendi kararlarından ve kendi trajedisinden sorumlu olan yeni bir birey nosyonu yerleşmişti. Büyük ölçüde 19. yüzyıla özgü olan Romantizm akımının temsilcileri bunun için sürekli Shakespeare’e dönmüşlerdir. Şeytanla işbirliği yapıp Tanrı’ya başkaldıran Goethe’nin Faust’u, Christopher Marlowe’un Faust’u gibi kalkıştığı işten dolayı tövbe etmez, doğaüstü bir güçten, yazgısını belirleyen yüce bir varlıktan af dilemez, ölüme güle oynaya gider, ölümü müzikalleştirir. Çünkü öncelikle kendi kararlarının sorumluluğunu alabilen bir bireydir. 

Modern toplum bireysel haklar ve sorumluluklar temelinde belirlenir. Karakter yazgıdır/yazgı karakterdir ve bireysel karakterin trajedisinden toplumun trajedisine uzanan yol sanıldığı kadar uzun değildir. Bu konu etrafında yazmanın ve konuşmanın Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu durum açısından önemli olduğunu düşünüyorum. İki yüzyıllık parantezin niçin kapatılmaya çalışıldığı ve bunda neden bu kadar başarılı olunduğu gibi soruların cevabı, bu toplumun insanlığın temel kazanımlarıyla kurduğu sorunlu ilişkide yatıyor.