Unutuş ya da “Olvido”
Derviş Aydın Akkoç

İnsanın bir hafızasının olmasından daha güzel ve daha korkunç ne olabilir? Hatırlama edimi ister geçip gitmiş “güzel bir an” isterse “kötü bir an” olsun, acı çektirir kişiye. Ahmet Muhip Dıranas’ın “Olvido” adlı o müthiş zarif şiirinde, hatırlamanın acısını unutuşun imkânsızlığında yatıştırmaya çalışması: “İnsan, yağmur kokan bir sabaha karşı / Hatırlar bir camı açtığını, / Duran bir bulutu, bir kuş uçtuğunu, / Çöküp peynir ekmek yediği bir taşı… / Bütün bunlar aşkın güzelliğiyledir.” “Aşkın güzelliğini” parıltılı bir rozet gibi yakasında taşıyan “bütün bunlar”: yağmurlu sabahlara açılan o camlar (pencere değil), gözün rızkını veren bulutlu kuşlu görüntüler hatırlanır hatırlanmasına ama; önünde sonunda geçmişte olup bitmiş şeylerdir bunların hepsi. “Olvido”da hatırlamanın anlık kurtarıcı gücü geçmişin belki çoktan mazi halini almış kabına dökülür. Şiirin öznesi de kırılgan ve aşırı duygulu bir şimdi ile kâh sevecen kâh gaddar yüzlü bir geçmiş arasında bölünmüş bir vaziyettedir zaten. Geçmiş çoğun daha ağır basar ama, özneye dadanır, onu geleceksiz kılar. “İnsan hatırlar” iddiasının epey diplerinde duran körpe umutlar da, bu geleceksizlik düzleminde, yerini kedere bırakır. 

“Olvido”da kederin gelip de kişiye musallat olduğu, onu can evinden vurduğu zaman aralığı da ayrıca önemli. Şiirin ilk dizesi ve devamı: “Hoyrattır bu akşamüstüler daima / Gün saltanatıyle gitti mi bir defa / Yalnızlığımızla doldurup her yeri / Bir renk çığlığı içinde bahçemizden, / Bir el çıkarmaya başlar bohçamızdan / Lavanta çiçeği kokan kederleri; / Hoyrattır bu akşamüstüler daima.” Kederleri bohçadan çıkaran “el” belli değildir şiirde: “bir el.” Kimin ya da neyin eli, buradaki “bir” muammadır, şiirin mistik buruk havasını da o taşır sırtında. Ve fakat, her ne kadar saltanatıyla çekilip gidecek gün şartına bağlanmış olsa da, çiçek kokulu kederlerle “hoyrat akşamüstleri” arasında bir gerilim vardır. Söz konusu gerilim şiir boyunca neredeyse hiç gevşemez, aksine kademe kademe yoğunlaşır. Hoyratlığın dozu arttıkça çiçek kokuları gibi “kenar süsleri” kederin hanesinden düşer, hafifçe seğiren keder katransı bir hal alır, ağırlaşır…

Hoyratlığın aman vermez sürekliliği şiirdeki sesin yükselmesine neden olur, bir feryat gibi boşluğa çarpıp parçalanan son dize özellikle: “Ey unutuş! Kurtar bu gamlardan beni.” Şiirin sonuna gelindiğinde keder yakıcı ve tehditkâr bir gama dönüşür. Keder kısmen de olsa hazmedilebilirdir ama gam öyle değildir. Bu gamla “insan hatırlar”ın kefaretini ödüyordur şiirin öznesi. “Aşkın güzelliğiyle” yaratılmış deneyimlere ve hatıralara şüphenin gölgesi düşmüştür: “Aşklar uçup gitmiş olmalı bir yazla.” Demek bir boşluktur geriye kalan. Yaz bitmiş, ışıklar sönmüştür, bir uzun kıştır artık, mahzun ve şaşkın. Şiirin öznesi bir an silkelenip kendine gelir: “Ebedî âşığın dönüşünü bekler / Yalan yeminlerin tanığı çiçekler / Artık olmayacak baharlar içinde.” Yeminler yalan, çiçeklerin tanıklığı hükümsüzdür, “ebedî âşık” dönmeyecektir: “olmayacak baharlar içinde.” O da yazla birlikte uçup gitmiş gibidir, ama kabullenmek zordur bu durumu, araya “aldanma” hilesi sokulur: “Ey, ömrün en güzel türküsü aldanış / Aldan, gelmiş olsa bile ümitsiz kış.” Deneyimlerin heba oluşunun sancısı bilerek ve isteyerek varılan bir aldanışla teskin edilmeye çalışılır. Ama edilemez. İlk dizedeki “daima” kelimesi, “hoyrat” kelimesindeki kabalığı ve kıyıcılığı kuşanmıştır; “daima”dan ötürü aldanış da olası değildir.

Bu iki kelimenin ittifakı “akşamüstü” aralığını da şiirin esas zamansal aralığı kılar. Bu ittifak şiirin kelime kadrosu ve duygu çeşitlenmelerini de karanlık bir koridorda tutar, duyguların güneşe çıkarılmasına müsaade edilmez: “daima”nın şiirin geneline yayılan buyurgan bir havası vardır, duygular öncelikle onun filtresinden geçmek zorundadır.

Hoyrat akşamüstleri, hafızanın bohçasından sadece yumuşak kederleri çıkarmaz tabii: “Dalga dalga hücum eden pişmanlıklar / Unutuşun o tunç kapısını zorlar.” Yalnızca peynir ekmek yenen taşlar (külfetsiz hatıralar) anımsanmaz, hatırlama süreci daha eskilere doğru yol alır, ürpertinin sınırlarında dolaşarak: “Ve ruh, atılan oklarla delik deşik; / İşte, doğduğun eski evdesin birden / Yolunu gözlüyor lamba ve merdiven / Susmuş ninnilerle gıcırdıyor beşik.” “İnsan hatırlar”, ama işte hazırlıksız yakalayınca kişiyi hoyrat akşamüstleri, birbiri ardına pişmanlıklar, uzak görüntüler, yol gözleyen, içlerinden insanların çekildiği boş evlerin merdivenleri ve lambaları, kapanmayan yaralar da çıkıp gelir: “aşkın güzelliğiyle” kayıtlı müşfik hatıraların yanı başına, belki de tam üzerine yığılan pişmanlıklar, kırgınlıklar, hüzünler...

Pişmanlıkların ve yaraların üstesinden gelmenin tek koşulu unutmaktır ama şiirin eylem repertuvarında bu yoktur. Unutuşun tunçtan kapısı zorlanır ama açılamaz. Asla açılmamak üzere şiire yerleştirilmiş bir kapıdır bu. Şiirin öznesi unutuşu çağırıyordur imdada ama aslında pek de hevesli değildir gönlünü inciten gamlardan “kurtulmaya”; unutma ve hatırlama diyalektiğinde hatırlamaktan yanadır. Acısını çekecektir bir hafızaya sahip olmanın. Kaldı ki, geri dönmeyecek sevgi nesnesini, kökleri çocukluğa kadar uzanan kırık dökük görüntü parçalarını unutuşun soğuk kumlarına gömmek istemiyordur. Zira gıcırdayan beşik seslerinden yayılan uysal melankolisini seviyor, hatta şiirin varlık koşulu olarak garip bir aşkla muhafaza ediyordur onu...