Macaristan: Liberalizm - Otoriteryanizm Kavgasından Demokrasi Çıkar mı?
Ela Bilgen

Macaristan, Türkiye için öncü bir ülke zira Başbakan Viktor Orban’ın Fidesz Partisi henüz 7 yıldır iktidarda olmasına rağmen yaptığı yasal düzenlemeler sayesinde yürütme üzerindeki yargı denetiminden, muhalif medya organlarından, eleştirel akademik kurumlar ve sivil toplum örgütlerinden büyük ölçüde kurtulmuş durumda. Üstelik ABD, Avrupa Birliği ve Avrupa Konseyi’nden yönelen tüm eleştirilere rağmen 1999’dan bu yana NATO, 2004’ten bu yana da AB üyeliklerini sürdürüyor.

Bununla birlikte Macaristanlılar arasında hükümetin hak ve özgürlükleri kısıtlayan uygulamalarına karşı çıkan büyük bir grup var ve bu karşı çıkışı uzun zamandır Budapeşte sokaklarını doldurarak göstermekteler.

Macaristan, Doğu Avrupa ülkeleri içinde liberalleşme hareketlerinin en erken başladığı ülkelerden biriydi. İlk serbest seçimlerin yapıldığı 1990’dan bu yana da demokrasiyle yönetilmekte. Ancak 2010’da Orban’ın Fidesz’i iktidara gelene dek merkez sağ ya da merkez sol hükümetlerin hepsi neoliberal politikaları takip etti ve ekonomik bağımlılığı ve kamu borçlarını arttıran reformlara imza atıldı. Genç Demokratlar Birliği açılımıyla 1988’de liberal bir örgüt olarak kurulan ancak Orban liderliğinde milliyetçi ve muhafazakâr bir partiye dönüşen Fidesz ise 2010’da, küresel finans krizi ve neoliberalizmin yıkıcılığı altında ezilmiş toplumun yolsuzluk ve usulsüzlüklerle zenginleşen siyasal elite verdiği tepki sonucunda iktidara geldi.

Fidesz’in korumacı/milliyetçi ekonomi politikalarına rağmen AB fonlarının da etkisiyle ekonomiyi canlı tutmak mümkün oldu. Fakat bu sayede popülaritesini arttırırken siyasal alanda da giderek totaliterleşti. İktidarının ilk döneminden itibaren giriştiği yasal düzenlemeler ve anayasa değişiklikleriyle yürütme üzerindeki denetim mekanizmalarını zayıflattı. Bu da medyayı ve akademiyi hukuki çekinceler olmaksızın baskı altına alabilmesine ve uluslararası hukuku apaçık ihlal eden saldırgan mülteci politikalarını izleyebilmesine olanak sağladı.

Başbakan Orban bu yıl başından beri sivil toplum örgütleri ve ülkedeki uluslararası eğitim kurumlarıyla meşgul. Ocak’ta yabancı destekli sivil topluma savaş açmıştı. Nisan başında da yabancı üniversiteler üzerindeki hükümet denetimini sıkılaştıran eğitim yasası kabul edildi. Batı basını her iki girişimin hedefinde de Macar asıllı ABD’li milyarder George Soros’un olduğunu yazıyor. Viktor Orban’ın Soros karşıtı söylemleri de bunu destekler nitelikte. ABD ve AB yetkililerinin büyük filantropist/hayırsever olarak anmayı tercih ettiği George Soros, Macaristan Başbakanı’na göreyse ülkesine saldıran bir spekülatör. Ancak Orban’ın Soros düşmanlığı oldukça yeni sayılır.

Doğu Avrupa ülkelerinin komünizmden liberalizme geçişlerine büyük miktarda yatırım yapan George Soros Macaristan’daki ilk vakfını 1984’te açtı. Demokrasiye geçişin ardından 1991’de de bölgenin büyük üniversitelerinden biri olan Orta Avrupa Üniversitesi’ni kurdu. Soros bu vakıflar ve eğitim kurumlarına aktardığı yüklü mali kaynaklar sayesinde “açık toplum” ilkeleri olarak adlandırdığı demokrasi, insan hakları, medya özgürlüğü ve hukukun üstünlüğü ilkelerini gerçekleştirmeyi amaçladığı iddiasında. Viktor Orban başta olmak üzere birçok Fidesz üyesi de bu kurumların sağladığı eğitim burslarından faydalandı, bazılarıysa Orta Avrupa Üniversitesi’ne eğitim gördü. Üstelik Fidesz ilk kurulduğunda parti ofislerinin pek çoğu Soros’un mali destekleri sayesinde açıldı. Orban 1998-2002 arasındaki başbakanlığı sırasında ve hatta 2010’da muhafazakâr bir lider olarak iktidara geldiği ilk zamanlarda bile Soros’la dayanışmaya devam etti.

Bugün gelinen noktadaysa Viktor Orban’ın artık Soros’a ihtiyacı yok. Daha 1968 Devrimi’yle güçten düşmeye başlamış, 1980’lerin neoliberal politikalarıyla güvenirliğini yitirmiş, 2008 kriziyle de son demlerine gelmiş olan liberal düşünce uzun süredir insanlara refah ve eşitlik vadedemiyor. Fransa’da görüldüğü gibi ancak aşırı sağ karşısında bir tek çare olarak sunulduğunda kısmi zaferler elde edebiliyor. Bu durum bir yandan, sıradan insanları refah ve eşitlik arayışında farklı yollar denemek için cesaretlendiriyor. Ama aynı zamanda otoriter hükümetlerin etki alanlarını genişletmesine de fırsat veriyor. Bu doğrultuda Trump’ın efsanevi seçim zaferini memnuniyetle karşılayan yönetimlerden biri de Orban hükümeti. 2014’te “liberal olmayan demokrasi”yi benimsediğini açıklayan Başbakan, iktidarını eski dostu/rehberi liberal ayrıcalıklılarla paylaşmaktan vazgeçmiş görünüyor. Üstelik Trump’ın varlığından aldığı güç, Avrupa Birliği’nin tepkisizliğiyle de pekişiyor.

Gerçi geçtiğimiz haftalarda Avrupa Parlamentosu, Macaristan’daki durumun, Birlik değerlerinin korunması için bir yaptırım mekanizması sunan AB Antlaşması’nın 7. maddesinin devreye sokulmasına neden olabileceğini belirtti. Parlamento kararında hukukun üstünlüğü ve demokrasinin ciddi anlamda zarar gördüğü, ihtilaflı yasaların askıya alınması ya da iptal edilmesi gerektiği ve Macaristan’a sağlanan AB fonlarının gözetim altında olduğu ifade edildi. Ancak karar ağır bir yaptırımın yolunu açacakmış gibi görünse de 7. maddenin hayata geçirilmesi bürokratik anlamda oldukça zor. Ayrıca bu madde Birlik tarihinde herhangi bir üye ülkeye karşı uygulanmış değil. Üstelik Macaristan da bu tehdide ilk kez maruz kalmıyor. 2013’te hükümetin anayasa değişikliği yoluyla yürütmeyi güçlendirme planlarına karşı Almanya’nın başı çektiği bazı AB üyeleri, aynı gerekçeyle, Birlik değerlerinin korunması adına Macaristan’ın üyeliğinin askıya alınmasını teklif etmişti. En azından o zamandan bu yana Macaristan ciddi bir yaptırımla karşılaşmış değil.

Macaristan’da yaşananlar, iktidar ortaklarını def etmeye çalışan otoriter bir rejimle, iktidar üzerindeki etkisini kaybetmekte olan liberalizm arasındaki mücadele. Ama elbette bu mücadelenin üçüncü bir tarafı daha var: Kimden geldiğine bakmadan, bu ezici derecede eşitsizlikçi iktidara direnen sıradan insanlar. 2013’teki anayasal düzenlemelerden yetersiz de olsa geri adım atılması AB kurumlarının değil, meydanlarda özgürlük taleplerini haykıran bu insanların sayesinde olmuştu. O dönemde gerçekleştirilen sokak eylemleri 1989’dan beri yaşanan en büyük protesto olarak nitelendirilmişti. Bugün bu tanım medya ve akademi üzerindeki baskılara karşı Nisan’da başlayan ve hâlâ devam eden eylemler için kullanılıyor. Pankartlara da yansıdığı gibi muktedirleri gerçekten korkutan yalnız sıradan insanlar ve öğrenciler. Bu da eşitlik arayışında başka yolların var olduğuna bir işaret.