Yüzyıla Doğru (I)
Orhan Koçak

Akif Kurtuluş’un Daktilo Yazıları’nı (2017, Can Yayınları) yeni okuyan bir eski-sosyalist dostum, “bir anda milat öncesine gönderilmiş gibi oldum,” diyordu, “bütün o proletkültler, RAPP’lar, ‘partinin sanat politikası’ filan…” Oysa burada toplanan yazılar yeni değildi, “duvarın devrildiği” yıllarda yazılıp Edebiyat ve Eleştiri gibi dergilerde çıkmış, 1999’da da kitap olarak ilk basımını görmüştü. Ortodoks Marksizm-Leninizmin edebiyat anlayışını çok Ortodoks olmasa bile yine de sosyalist bir ufkun içinde tartışmaya açan bu denemelerin o yıllarda sol çevrelerde (solcu edebiyat çevrelerinde bile) pek tartışıldığını hatırlamıyorum. Bir “milat” gerekiyormuş demek: bir “sosyalist inşa” projesine bütün varlıklarıyla (ya da bu varlığın büyükçe kısmıyla) bağlanan insanların bu projenin belki en gururlu verimine (bir kültürel/estetik gerçeklik olarak sosyalizm) dair bir tartışmaya tekrar ilgi duymaları için bir kesintiye, bir sıfırlanmaya ihtiyaç varmış. Ama belki de yanılıyorumdur, ilgi ve şaşkınlıkla uyarılmış olan belki de sadece benim o eski dostumdur, solun (buna akıllı düşmanlarını da katıyorum) ana gövdesinde o eski kayıtsızlık, o ezeli zihinsel durgunluk kesintisizce sürüp gidecektir ve zaten bizim arkadaş da bu meselelere “tekrar” değil, düpedüz ilk kez ilgi duymuştur – korkarım pek gelgeç kalacak bir ilgi.

Bu durgunluğun tarihi ve sebepleri üzerinde duracağım (Kurtuluş da duruyor); bir dizi ileti sonunda, Ekim Devrimi’nin yüzüncü yıldönümüne yaklaşırken bu projenin kendisiyle ilgili de bir şeyler söyleyebilmiş olacağımı umuyorum, hiç değilse projeye ilişkin başka bazı yaklaşımlar, bazı “rakip” değerlendirmeler hakkında. Ama buradan, yerelden, noktasaldan başlamak gerekiyor, Kurtuluş’un yaklaşık çeyrek yüzyıl önceki cevaplanmamış müdahalelerinden.

***

Hemen şunu saptayalım: “duvardan” önce de sonra da Türkiye’de böyle başka bir çalışma yapılmadı. Bugünün genç yazarı, Rusya’da Ekim devriminden sonra proletkültten RAPP’a ve oradan da resmî “sosyalist gerçekçilik” kuramına giden sürece ilişkin bir tahlil aramaya kalktığında eli boş dönecektir, yoktur. Buna en yakın şey, Ahmet Oktay’ın, bu sürecin yerli (ve elbet milli) sosyalist düşünce ve edebiyattaki izdüşümlerini betimlediği ve eleştirdiği Toplumcu Gerçekçiliğin Kaynakları kitabı (1986) olabilir, yer yer hâlâ aşılmamış bir çalışma – ve tıpkı Kurtuluş’unki gibi, yeterince cevaplanmamış. Kurtuluş o sırada sosyalist hareket içinde değil miydi? Oradaydı. Birçok sosyalist şair ve yazar arkadaşı yok muydu? Vardı, bolca. Belki yazılarla ilgili kulağına bir şeyler fısıldamışlardır, ya da akşam masada toplu oturulurken. Ama o insanların ne dediğini, çünkü bu konularda ne düşündüğünü, nereye kadar düşünebileceğini biz öğrenemiyoruz.

Yağmurlu hava gibidir Türk (veya Kürt) solunun zihin dünyası, epeyce daha devam edeceğini bildiğimiz kapalı hava. Ortodoksunun da, liberalinin de: biri Dimitrov’dan veya kesintisiz ikiden beri hiçbir şeye bakmamıştır (kendi yazılarının dışında), öbürü de hayatında sadece International New York Times’ı okuyarak akıllı söz söyleyebileceğine inanmaktadır (evde bir sürü eski iyi kitap olmasına rağmen). Her yönden kâzip şöhretlerin evrenindeyiz, gırtlağımıza kadar Enver Aysever. İşte, Akif Kurtuluş’un kitabı bu zor noktada bize ip sunuyor, eğer gücümüz varsa özdeşleşebileceğimiz bir figür. Fakat Bogdanov’dur bu, Lenin’in en hazırcevap ve en az-zihinli kitabı Materyalizm ve Ampiriokritisizm’de yerlere batırdığı eski yoldaşı. Kurtuluş onu o kitaptan, maddecilik ve idealizmle ilgili o günün durgun-zihinli tartışmalarından tanımıyor: Kurtuluş için, proletkült hareketinin yönlendirici figürüdür o. Ve proletkült adlı deneyim de, sürmesine imkân tanındığı iki-üç yıllık süre içinde, o dönemden 60 yıl sonra yaşamış Akif gibi bir genç şair için bir kerteriz noktasıdır, belki bir namus noktası: “İşte Proletkült denen ‘şey’in, yönünü benim ütopyama çevirmiş bir arayış olduğunu, başka soruları yanıtlamaya çalışırken öğrendim.” Tahmin ediyorum o sırada onaltı yaşında bir gençti Kurtuluş, ya da otuzsekiz. Ama hayat hayasızca devam ediyor. Şu bakımdan: Maksim Gorki için diyor ki, “İyi geçinme portföyünde her türden insan, en namussuzları bile vardı” (tam böyle söylemese bile ben tercüme ettim). Her insanın aynı soruyu kendisine de sorması gereken bir tarihte (herkesin herkese sırıttığı bir anda) ikinci gençliğini görmüş bu kitabın yazarı tastamam bu konuda ne düşünüyordur acaba? (Herkesle, benimle bile iyi geçinirken?) 

Bu sıkıntılı noktadan yavaş yavaş geri dönelim: Ekim Devrimi’ne ve hedeflerine inanırız, olan biteni tam kabul edemeyiz, sonrasına isyan ederiz – yine de o süreç içinde kendimize bir özdeşleşme noktası bulmak durumundayızdır, büsbütün dışına düşmek istemiyorsak eğer. Akif için proletkült oluyor bu: hiçbirimizin, Akif’in kendisinin de, somut yapıtlarına dair herhangi bir şey bilmediğimiz, işitmediğimiz, tatmadığımız bir sanat hareketi: bir ihtimal, bir bahane (?). Ben bir yerde Bogdanov için şey denildiğini okuduydum: “… o takım içinde ender edebi zevki olanlardandı”. Ama bilmiyoruz, Bogdanov’un ya da hareketin en parlak şairi Kirilov’un sadece “Şekspir-Puşkin”le ilgili düşüncelerini biraz biliyoruz (“Tutuşturalım Rafael’i Yarın adına / Müzeleri yıkalım, ezelim ayaklarımızla sanatın çiçeklerini”) ama mesela Aleksandr Blok (o sırada henüz oradaydı, 1918) hakkında ne hissettiklerini biz Türkler/Kürtler bilmiyoruz, ya da Kürtler/Türkler. New York Times’la olmuyor, tıpkı L’Obs veya Le Monde ile de olmadığı gibi. (Hele Spiegel hiç.) 

Akif’ten, proletkültten, 1918’den devam edeceğiz. Niçin Kurtuluş, bu devrimci şair, kendine devrim döneminden proletkült gibi bugün hiç kimsenin hatırlamadığı bir demirlenme noktası seçmek istemiştir? Mayakovski’yi konu etmeden (kitapta galiba adı geçmiyor) ve Boris Pilnyak veya Andrey Platonov gibi daha kuvvetli yazarlar üzerinde de hemen hiç durmadan? Aşikâr sebep: Rusça bilmiyoruz, ne Joris Xilnyak’ı ne Zandrey Palto’yu okumadık. Dolayısıyla bu konularda söz gezdirirken daha alçakgönüllü de olmak durumundayız, ama sosyalist olduğumuz için olamıyoruz. Ve genç olduğumuz için de. (Genç?) İnançlarımız, bağlılıklarımız var – bunlara orada, 1920’lerin devrim Rusyası’nda, bir tutamak, bir çengel bulmak istiyoruz. Sadece bugünle değil, geçmişle de iyi geçinmek istiyoruz, her şeyle, herkesle iyi geçinmek istiyoruz, geniş, genleşmiş portföy, Gorki’de bile olmayan.  

Şu var ki Kurtuluş proletkültü bir kerteriz noktası olarak böyle bir gevşeklik için seçmediğini, tam tersine Rus devriminin mesela otuz yılına ilişkin bir şeyler söylenmesine fırsat veren bir problem, bir düğüm noktası olarak seçtiğini de belirtiyordu. Kısaca ve bir sonraki yazıda değinmek üzere: kültürün (ama özellikle proleter kültürün) proleter iktidardan kısmi ya da tam özerkliği meselesi. Kurtuluş’un odaklandığı bu özerklik konusundan devam ederek bizim sol kültürün zihinsel engeline ilerlemek niyetindeyim. Ve benim arkadaşın inanılmaz hayretine de.