Yüzyıla Doğru (IV): İskender'in Titrek Kılıcı
Orhan Koçak
“Her şey inşa ediliyor veya tekrar inşa ediliyor ve yaşanan her an son derece kritik sorular çıkarıyor ortaya. Kamusal hayatın gerilimleri (ki bunlar da çoğu zaman teolojik bir özellik gösteriyor) her türlü özel hayatı durduracak kadar büyük […] Bunların hepsini değerlendirecek durumda değilim; temelde, buradaki durum, onun içinde bir konum almayı mümkün kılıyor ve gerektiriyor olsa bile – bu birçok bakımdan kuşkucu bir konum olsa bile.”

Walter Benjamin, 1926 sonunda bir dostuna Moskova’dan gönderdiği mektupta böyle yazmış. Devamı: “Dışardan tek yapabileceğin, durumu gözlemlemek. Rusya’da bütün bunların içinden ne doğacağını kestirmek kesinlikle mümkün değil. Belki gerçek bir sosyalist topluluk, belki büsbütün başka bir şey.” Bu cümleler bugün fazla aşikâr görünebilir, çünkü dışardansanız zaten ne yapabilirsiniz, gözlemden başka. Benjamin’in Rusçası yok, Bolşevikçeye de çok hâkim değil. Ama şüpheci tavırla aynı anda bir tür “durumsal kavrayış” fikrinin de belirdiğini görüyoruz, Sartre’ın Situation’larından (“durumlar”) otuz yıl önce: herhangi bir gözlemi mümkün kılan şey, durumun içinde bir “konum” almak, şu ya da bu taraftan bakmaktır. 

Bu düşünceyi Berlin’e döndükten sonra Die Kreatur dergisinde çıkan “Moskova” başlıklı denemede geliştirir: 

“Moskova’nın kendisinden de önce, insan Berlin’i Moskova’nın gözünden görmeyi öğreniyor. Rusya’dan memlekete dönen birine şehir yeni yıkanmış görünür. Kir yoktur, ama kar da yok […] Şehir ve insanları için geçerli olan, entelektüel durum için de geçerlidir: Rusya’da bir süre kalmanın getireceği en tartışmasız kazanç yeni bir optiktir. Rusya’yı ne kadar az tanırsanız tanıyın, öğreneceğiniz şey, Avrupa’yı Rusya’da olup bitenlerin bilinçli bilgisiyle gözlemlemek ve yargılamaktır […] böyle bir seyahatin yabancılar için o kadar kesin bir mihenk taşı olmasının sebebi de budur. Herkesi kendi duruş noktasını seçmek zorunda bırakır. Aslında, doğru bir kavrayışın tek gerçek garantisi, daha gelmeden önce konumunuzu seçmiş olmanızdır. Özellikle Rusya’da, ancak zaten karar vermişseniz görebilirsiniz.” 

Benjamin’i daha önce etkilemiş olan George Sorel ile Carl Schmitt’in “kararcılığının” yankıları da hissediliyor bu sözlerde – şüphesiz bambaşka, yüz seksen derece zıt bir politik yöneliş içinde. 

Ama Benjamin’in “Berlin’den doğru” baktığında göreceği şeyler de vardır ve bunlar “kararın” niçin zor olduğunu, niçin “şüphenin” bünyeden bir türlü def edilemediğini sezdirir. Berlinliyi ilk çarpan olgu, her şeyi yutmaya giden bir resmiyettir, NEP liberalliğinin içinde bile sürekli güçlenen bir devletleşme. Ancak 1980’de yayımlanan Moskova Günlüğü’ndeki bir gözlemi: “Bir derneğin duvarındaki posterde, Lenin’in ‘zaman paradır’ dediğini okuyoruz. Sadece bu sıradan düşünceyi ifade etmek için bile en yüksek otoriteye başvuruluyor.” Tanıdık gelebilecek bir durum. Ama bir yanlış anlamanın önüne geçmek için hemen ekleyelim: Benjamin “devletleştirmeye” hepten karşı değildir, bir tür devletleştirmenin getiri ve götürülerini hem bu seyahatin öncesinde hem de sonrasında sürekli tartmıştır zihninde (özellikle “Üretici Olarak Yazar” ve “Mekanik Çoğaltılabilirlik Çağında Sanat Yapıtı” gibi denemelerinde). Fransız KP’sinin gazetesi L’Humanité için tasarladığı bir yazı dizisinin başında (1927) kendisinin de “siyasetten tümüyle yoksun bir eğitim almış belki de son kuşağa mensup” olduğunu ve bu kuşağın esas olarak 1918 Alman devrimiyle radikalleştiğini belirttikten sonra şöyle diyor: 

“Bağımsız yazarlık konumu gittikçe tartışmalı hale gelmekte; yazarın bir sınıfın hizmetinde çalıştığını ve yetkisini bir sınıftan aldığını ister istemez kavramak durumunda kalıyor insan. Entelektüelin varoluşunun ekonomik temelinin gittikçe kısıtlanması da son zamanlarda bu kavrayışı hızlandırmıştır. Almanya’da egemen sınıfın siyasal karşı-basıncı da (ki özellikle şu geçtiğimiz yıl insafsız bir sansüre ve edebi yargılamalara yol açmıştır) benzer bir etki yaratmaktadır. Bu koşullarda, Alman aydınlarının Rusya’ya sempatisi soyut bir duygudaşlıktan fazla bir şeydir; kendi maddi çıkarlarıdır onları buna yönelten. Şunu bilmek istiyorlardır: Patronlarının proletarya olduğu bir ülkede aydınlar nasıl iş yapabilecekler? Proletarya onların hayat koşullarını nasıl şekillendiriyor? Bir proleter hükümetinden ne bekleyebilirler?”

Belli ki Benjamin “proletarya” ile “hükümet” (parti-devlet) kavramları arasındaki gerilim ve çatallaşmayı henüz kaydedememiştir; tam da bu bağlamda, Proletkült’ün “hükümetten” özerk bir proletarya kültürü iddiası yüzünden tasfiye edildiğini bilmiyor gibidir, Akif Kurtuluş’tan farklı olarak. (Öte yandan, Proletkült gibi kurumsal özerkliğe yeltenmediği sürece daha “sağda” yer alan çeşitli sanatsal oluşumlara göz yumulduğunu, hatta -şimdilik- maddi imkân bile sunulduğunu pekâlâ görüyor, biliyordur.) Burada bir “fırsatçılık” varsa eğer, ancak benzer bir “maddeciliği” daha da katı ve gözü kara biçimde savunup uygulayacak olan Bertolt Brecht’inki kadardır, aslında yarısı kadar bile değil (Benjamin o tarihte henüz Brecht’in nüfuzu altına girmemişti, 30’lu yıllarda tanışacaktı onunla). Ama biz “Berlin’den” bakıldığında görülen tümseklere dönelim.

Batı’da yayımlanan, kamuya açık (“resmi”) yazılarında, Rusya’da özel varoluşun çöküşünü bir “yas” konusu olarak sunmaz Benjamin, hararetle övülecek bir durum olarak göstermese de. Die Literarische Welt dergisinde çıkan (yine 1927) “Rus Yazarlarının Siyasal Gruplaşmaları” başlıklı ileti şu cümlelerle açılıyor: “Rus yazarının duruşunu bütün Avrupalı meslektaşlarınınkinden en çarpıcı biçimde ayırt eden şey, faaliyetinin mutlak biçimde kamusal niteliğidir. Bu onun fırsatlarını Batılı edebiyatçılarınkinden hem kıyaslanmaz biçimde daha büyük kılar, hem de dışsal denetimi yine kıyaslanmaz biçimde daha sıkılaştırır. Faaliyetinin basın, kamu ve parti tarafından bu kamusal denetimi tümüyle siyasaldır. Yayımlanan kitaplar için, o andaki resmi sansür -ki bilindiği gibi önleyicidir- sadece daha sonra çıkacak olan değerlendirmelerin başlangıcını oluşturur. Bu koşullar altında, Rus yazarının kendi siyasal rengini belli etmesi hayati bir önem taşır.” Belirsizliğe, dalgalanmaya yer yoktur. O tarihte henüz resmen kuramlaştırılmamış “sosyalist gerçekçiliğin” de (1934) bir yüzünü saptadığını görüyoruz burada Benjamin’in; öbür yüzündeyse tam tersine sürekli ve zorunlu bir dalgalanmanın yer aldığını (partinin, başka bir deyişle liderin sık sık değişebilen duygu ve düşüncelerini haftası haftasına, günü gününe, saati saatine öngörme mecburiyeti) saptamaya ömrü yetmeyecek. Ama yazıda buna ilişkin bir sezi de yok değil: 

Günün siyasal sloganları ve sorunlarıyla boğuşma süreci her an fazlasıyla yoğundur, o kadar ki partinin her önemli kararı yazarı en dolaysız sınavla yüz yüze bırakır ve çoğu durumda öyküler ve romanların devletle ilişkisi de geçmişte bir yazarın kendi aristokratik patronlarının inançlarıyla ilişkisini andıran bir görünüm alır. Devrimden sonraki şu kısacık süre içinde bu durum yazarlar arasında belirgin siyasal gruplaşmalara yol açmıştır. Bu oluşumlar yetkilidir; dışlayıcı ve tekildir. Batılı yazar için bunlara en iyi ışık tutacak şey, sanatsal ekollerin Rus toprağından nerdeyse tümüyle kaybolmuş olmasıdır.”

Dar anlamıyla sanatsal ölçütler değil, partinin güncel politikasını çevik bir hamleyle önceden sezme kabiliyetidir oluşumların içeriğini ve geleceğini belirleyen. Sürat para değilse bile hayatta kalma imkânıdır – başka deyişle, bir iki erken bocalamadan sonra, olgun İlya Ehrenburg gibi olmak.

“Bana da bakarlar mı acaba, bana da fırsat verirler mi” diye iç geçirirken, bir yandan da tümsekleri, kırışıkları görmeden edemiyordu bu Barok kuramcısı. [1] NEP döneminde (1922-29) belirginleşen ama etkisi Brejnev ve sonrasına uzanan bir çelişkiyi, bir içsel engellenmeyi tanımlar Moskova Günlüğü’nde. NEP bir restorasyon gayretidir: 

“Devletin hayatında devrimci ilerlemeyi şimdilik durdurma doğrultusunda bir çaba var – beğenirsiniz beğenmezsiniz ama bir restorasyon dönemine girilmiştir, ama bu arada gençliğin devrimci enerjisi yine de sanki bir batarya içinde biriktirilmek isteniyordur. Ama işlemez [bu çift yönlü politika]. Restorasyonun olağanüstü zorlukları eğitim sorununda da fazlasıyla ortaya çıkar. Korkunç eğitim eksikliğiyle savaşmak üzere Rus ve Batı Avrupa klasikleri öğretimi kararnameyle mecbur kılınmıştır. Ve bu kararnamenin ne kadar da gerekli olduğunu şuradan anlarsınız: geçen gün bir tartışmada [RAPP üyesi] romancı Yuri Lebedinski, Shakespeare’in matbaanın icadından önce yazdığını öne sürüyordu.”

Başka deyişle, artık sadece Goethe’den değil, “Puşkin’den doğru” bakıldığında da kolayca geçiştirilemeyecek bir yoksunluk, bir yetersizlik vardır ortada – tam da Lenin’in en korktuğu şey, başa çıkılmaz ve her an artan cehalet (üstelik “kültürün” orta yerinde artan), adamın kendi devrimini doğrulamak ve kurtarmak üzere hep mutasavver Alman devrimini beklemesinin sebebi.

Tam bu konuda Benjamin’in “gözlemleri” sevinçli değildir. Restorasyon çabasının Batı (ve özellikle Amerika) ile bir kültürel antant demek olduğunu, oradan mesela Chaplin’in filmlerinin getirtildiğini, ama giriş pahalı olduğu için herkesin göremediğini ve seyircinin de Şarlo’nun daha cılız Sovyet taklitleriyle yetinmek zorunda kaldığını söyler günlüğünde. Şu da tanıdık gelecektir:

“Dış dünya ile temas esas itibariyle Parti aracılığıyla yönlendiriliyor ve öncelikle siyasal sorunlar ortaya çıkıyor. Üst orta sınıf yok edilmiştir ve yeni yaratılan küçük burjuvazi de dışarıyla ilişki kurmak için ne maddi ne de zihinsel imkânlara sahiptir […] Burada ilk ve esas tasa, ülkenin devasa alanı içindeki çeşitli milliyetler arasında temaslar kurmaktır ve özellikle de köylülerle işçiler arasında. Denebilir ki Rusya’nın dünyanın geri kalanıyla ilgili cehaleti tıpkı chevronets [on ruble] gibidir: Rusya’da çok değerli olan, ama dışarda döviz olarak kabul görmeyen para.”

Benjamin ve Sovyet Rusya bahsinde buna eklenebilecek bir de şu var, asıl önemlisi: “herkesle iyi geçinmek” diye bir projenin kof, kalp, sakat, sahte olacağını sezmektedir. Restorasyon (kısmen Lenin’in talepleri doğrultusunda) Goethe’yi de, Homeros’u da, alfabeyi de, Şirazlı Sadi’yi de Sovyet halklarının eğitimine, kültürüne “entegre etmek”, bütün hepsini bir tarih-üstü kültür panteonuna iliştirmek gerekiyordur -- ammavelakin bu şemanın bilfiil yaşanan şeklinde Shakespeare’in ilk Giritli veya Midillili şairlerin atası olmasının önüne geçilememektedir. Kültür-aşığı Lunaçarski bir yana, kitap okumayı seven İosip Visariyonoviç için bile kolayca tahammül edilecek bir durum değildir bu. Herkesle iyi geçinmeyi, başka deyişle “panteon” ve Türk-şairleri-antolojisi fikrini askıya kaldırır burada Benjamin, “burjuva kültürünü” süzgeçten geçirerek Sovyetikleştirme tasarısını sorgular: 

“Bir başka perspektiften bakarsak, bu burjuva kültür değerlerinin kendileri burjuva toplumunun gerilemesiyle son derece kritik bir safhaya girmişlerdir. Bugün kendilerini sundukları biçimiyle, son yüz yılda burjuvazinin elinde aldıkları biçimle, onları bu sürecin sonunda edinmiş oldukları önemden yoksun bırakmadan mülksüzleştirmek ve [proletarya adına] tekrar temellük etmek imkânsızdır. Bu değerler, tıpkı kıymetli cam gibi, uzun süre elden geçirilmek zorundadır, ancak uygun bir paketlemeyle sağ çıkabilecekleri bir süreç. Ama paketlemek görünmez kılmak anlamına gelir, ki bu da Parti’nin bu değerleri popülerleştirme doğrultusundaki resmi politikasına terstir.”

Berlin’den de, o yılların Moskova’sından da bakıldığında içinden çıkılmaz dolantılar, körleşen düğümler (bir küçük veya Büyük İskender’e ihtiyaç doğuyor mu diyorsunuz). 

Sorel gibi bulanık şahsiyetlerden veya Schmitt gibi “işgal idaresiyle de iyi geçinebilecek” kadim faşolardan ne kadar etkilenmiş olursa olsun, 1927’de imkânsız aşkı Asja Lacis’in peşinden Rusya’ya “dalarken” bile zihninin bir yarısı cam gibi berraktı Benjamin’in, ola ki büyük muhafazakâr Goethe’den tevarüs edilmiş bir kabiliyet. “Kararcılık” sonunda nasıl da akıllıca (“mazbutça”, öykücü Behçet Çelik’in kahramanları gibi) kararsızlığa, ihtimale, dalgalanmaya, bekleyişe bırakıyor yerini. Aynı tarihte, Siyonist-olmayan Yahudi teolog-filozof Martin Buber’e mektubundan: “Moskova, şu anda göründüğü kadarıyla, şematik biçimde bütün bir ihtimaller dizisini sergiliyor: her şeyden önce de Devrim’in başarılı olup olmayacağı. Ne olursa olsun, öngörülmez bir şey olacak ve onun resmi de insanın geleceğe dair çizeceği herhangi bir programatik taslaktan çok farklı olacak. Bunun ana hatları şu anda halkın ve çevresinin içinde zalim bir biçimde ve belirgince görünür durumda.” O gergin, titrek, canhıraş anda, bütün tarafların kayıpları olacağını ve bunların da sonunda birbirini telafi edemeyeceğini, denkleştiremeyeceğini en az Lenin ve Troçki kadar sezmiştir.

Ama devamı var. Biraz ileri gidip bütün “tarafların” birbirine benzediği bir noktadan bakabiliriz bütün sürece, Proletkült ile sosyalist gerçekçiliğin, Bahtin’in karnavalıyla Stalin’in Büyük Terörü’nün birbirini çok andırmaya başladığı, şölenin ahlaksızlık ve namussuzluğun da festival olduğu bir noktadan (yine mi tanıdık). O noktada, Stalinist devletin kendini tarihin ilk estetik rejimi olarak sunduğunu, çünkü sahiden öyle tasarladığını da görebiliriz. Ama önce, “sosyalist gerçekçilik” konusunda bir şeyler söylemek de gerekiyor galiba.


[1] Benjamin’in Sovyet Ansiklopedisi için hazırladığı “Goethe” maddesi (buraya gelirkenki resmi gerekçesi) Lunaçarski’nin şu raporuyla reddedilir: “Bu makale uygunsuzdur, ve sadece ansiklopedik-olmayan niteliği yüzünden de değil. Kayda değer bir yetenek sergiliyor ve zaman zaman da şaşırtıcı biçimde keskin sezişler içeriyor, ama hiçbir sonuca varmıyor. Dahası, ne Goethe’nin Avrupa kültürel tarihi içindeki yerini açıklıyor, ne de bizim için bizim -deyim yerindeyse- kendi kültürel panteonumuz içindeki yerini. Ek olarak, bu katkı bazı çok tartışılabilir tezler de içeriyor [!].” Lunaçarski, daha önce de söyledik, tam bir sanatseverdi, bir fahri Ankaralı. Ya da İzmir.