Milliyetçilik ve Milli Merkez
Polat S. Alpman

Sol siyaset Amerika’da Müslümanların haklarını savunurken makbuldür, Avrupa’da göçmenlerin ve mültecilerin derdini sahiplenirken iyidir, fakat Türkiye söz konusu olduğunda müesses nizamı eleştirme cüretinde bulunan bir tür heyuladır. İkiyüzlülük gibi görünen bu siyasal tutumun birçok nedeni var, ancak hepsinden önemlisi Türkiye’nin resmi ideolojisinin milliyetçilik olmasıdır. Uzun yıllardır devam eden ve bütün muhalefet kesimleri tarafından dile getirilen demokratikleşme talebine rağmen devletin bir türlü demokratik devlet haline gelememesinin nedenlerinden biri, milliyetçiliğin her dönemin egemen ideolojisi olmasıdır. Bu nedenle yönetim erkini ele alan hükümetler, siyasal karakterleri ne olursa olsun, kendilerini bir biçimde milliyetçilikle irtibatlandırmak ve söylem çerçevelerini bu ideoloji etrafında biçimlendirmek zorunda hissetmişlerdir.

Türkiye’de yaşayan ortalama bir vatandaş için milliyetçi olmak normal, doğal, sıradan ve hatta bir zorunluluk olarak kabul edildiği için birçok siyasetçi, siyasal referanslarının çoğunun –sağın bütün türevlerinden tutun solun da önemli bir kısmını içeren geniş bir kesimde- milliyetçilikle ilişkili olmasına özen gösterir. Bu milliyetçilikler, son dönemde sıkça konuşulan siyasal popülizmin en vasat halini ifade ederler. Bunları birçok şekilde tasnif edebiliriz. Yine de bu tür tasniflerin, milliyetçilik gibi Türkiye’deki en yaygın siyasal düşünüş biçimini tanımlamak için yetersiz olduğunu ve konunun birçok boyutu dışarda bıraktığını vurgulamak gerekir.

Günümüz dünyasında, sayıları oldukça az olan bazı gruplar dışında, ırka dayalı ya da biyolojik üstünlük iddiasındaki milliyetçilikleri savunan kitlesel siyasal hareketler yok. Benzer durum Türkiye için de geçerli. Genelleyerek ifade edilecek olursa; Türkiye’deki egemen milliyetçilik söylemi, halihazırda, iki geniş kümeye ayrılabilir. Konjonktüre göre birbiriyle iç içe giren ya da kesişen birçok ortaklıklarının yanı sıra farklı çıkarların söz konusu olduğu durumlarda ayrışmaları da söz konusudur. Bunlardan ilki siyasi egemenliği bir medeniyet olarak yorumlayan, bunun temsilini geniş anlamda kültüre indirgeyen ve muhafazakarlık ekseninde dile getirilen bir söylem olarak medeniyetçilik. Genellikle İslamcılar ve muhafazakarlar tarafından esas alınan bu eğilime göre millilik ya da milliyetçilik; tahayyül edilen medeniyetin kültürel referansıdır. Bu kültürel referans ise son tahlilde dini inançlar etrafında kümeleşen topluluk bilincidir. Milli Görüş Hareketi ve 2015 öncesinde AKP, bu tür milliyetçiliğin siyasal temsilciliğini üstlenen popüler yapılar olarak kabul edilebilir.

Elbette her milliyetçi ideal gibi bu tür milliyetçilikler de egemenlik iddiasını ve arzusunu taşır. Dolayısıyla bu kültürel referans aynı zamanda kendi şahsında, imparatorluk hatırasının gölgesini hissettirmeyi hedefler. Haliyle, şanı ezelden beridir yüce olan Âl-i Osman’ın aziz hatırası ve ebedi mirası, şimdiki zamanın siyasetçilerinin siyasal ufkunu ve arzusunu çevreler. Siyasal egemenliği yeniden ele geçirme arzusu, geçmişe özlem ve tamamlanmamış yas duygusunun devamını ve motivasyonunu sağlar. Hayıflanmaya eşlik eden umut, kedere eşlik eden isyan halinin dile gelmesi olarak ifade edilecek bu milliyetçilik için ortaklık sağlayan husus, bir zamanlar “bizden” olan ve sultayı, gücü, egemenliği elinde tutanlar tarafından yönetilmiş olan tebaaların bahtiyarlığını kitlelere hatırlatmak ve bunu yeniden istemelerini ummak, hatta umduklarını, bunu hayal ettiklerini varsaymaktır. Nihayetinde tüm alemin bir gün bu medeniyet şemsiyesi altında ve bizim boyunduruğumuzda olacağına ilişkin bu dava, aslında kutsal bir davadır; i'la-yı kelimetullah davasıdır. Tarihte bir kez yaşanmıştır ve tekrar yaşanması mukadderattır.

Milliyetçiliğin diğer kesiminde ise, medeniyetçilik meselesi yedekte tutulmakla birlikte, kültürün kişi üzerinde somutlaşmış hali olarak etnik kimlik dert edilir. Buradaki etnik kimlik, Türkiye özelinde, siyasal egemenlik iddiası taşıyan ve vatandaşlık bağı ile yeniden tanımlanmış bir kimliktir. Türkiye’de milliyetçilik denildiğinde akla gelen bu kesimler için millet/ulus, Fransız ihtilalinden bu yana, kendini devlet olarak göstermeyi başarabilen toplumlara denir ve bu devletleri yaratanlar milletlerdir. Bu milletler birbirleriyle eşit değildir ve aralarında kıyamete kadar devam edecek bir mücadele vardır vs. Burada millet olarak adlandırılan topluluğun tarih içerisinde oluşmuş kendine has bir seciyesi ya da özü olduğu düşünülür. Bu değişmez ve metafizik seciyenin gösterdiği istikamet ise genellikle militarist bir söylem düzeneği içerisinde gösterilir. Türkiye’deki resmi ideolojiyi biçimlendiren milliyetçilik düşüncesi genellikle bu çerçevededir ve MHP ile CHP, nüanslar bir kenara bırakıldığında, bu tür bir milliyetçiliğin temsilcisi olarak kabul edilebilir. Bugün için etnik kimliğe yapılan vurgular, özellikle CHP içerisinde, etkisini yitirmiş olmasına rağmen kimliğe atfedilen siyasal egemenlik vurgusu hala devam etmektedir.

***

Milliyetçiliğin demokratik ülkelerde siyasal bir form kazanması, demokratik paradoksun oluşmasına neden olan saiklerden biridir. Bu nedenle milliyetçilik açısından demokrasi, bir iktidar aracı olmaktan başka bir işlevi olmayan ve iktidar olduktan sonra anlamını ve işlevini yitiren bir modeldir. İster medeniyetçi, ister etnik milliyetçilik olsun, her ikisi de demokratik siyaseti bir iktidar aracı görmekle birlikte devletin ve iktidarlarının bekası için bir tehdit olarak algılamaktadır. Modern toplumlar açısından siyasal teorilerin bir iç tartışması olarak demokrasi ve milliyetçilik ilişkisi ve bu ilişkinin neden olduğu paradokslar ayrıca tartışılabilir. Ancak burada asıl husus, demokrasi düşüncesinin tarihsel gelişimi, bir yönüyle milliyetçilik düşüncesinin neden olduğu siyasal ve sosyal krizlerini önlemek üzerine kurulu olduğudur.

Türkiye’deki milliyetçililerin “kızıl elma” arzusu, milli ideallerin, egemenlik arzusunun ve diğer milletlerle, kültürlerle savaşmanın ve nihayetinde, galip gelmenin kestirme ifadesidir. Milli idealler ile gerçekçi ve bilimsel bir eğitim hamlesi, toplumsal refahı gözeten bir bölüşüm ekonomisi ya da hakkaniyete dayalı bir liyakat, başarı sistemi değil, toplumun belli bir kesiminin güvenliğini esas alan ve temelde bütün toplumsal hayatı zapt-u rapt altına almayı güvenlik zanneden militarizm ile egemen sınıfın çıkarlarını gözeten eşitsiz ve yıkıcı ekonomik yatırımların kastedildiği ifade edilebilir. Bu milliyetçi söylemin milli menfaat retoriğinin genellikle sınıfsal çıkarları gizleyen bir manipülasyon aracı olduğu, eşitsizliği ve adaletsizliği örten bir malzemeye dönüştüğü iddia edilebilir.

Bugünden bakınca tuhaf gelmesine rağmen bu tür politikaları, gerekçesi ne olursa olsun, açık ve sert bir biçimde eleştiren ilk iktidar partisi AKP idi. Uzun yıllardır devam etmekte olan AKP hükümetlerinin çok kısa bir döneminde ve özellikle Çözüm Süreci’nde, devletin, daha doğrusu müesses nizamın milliyetçi politikalarını eleştiren; bu milliyetçi politikaların toplumu böldüğünü ifade eden ve bunun yerine farklı siyasal pratikler tesis edilmesi gerektiğini öne süren açıklamalar yapıldı. İktidar partisi olan AKP tarafından yapılan bu siyasal müdahalenin gerekçesi, demokrasiye yapılan cılız temaslar göz ardı edilecek olursa, daha çok medeniyetçilik ve dini-tarihi ortaklık vurgusu üzerinden dile getirildi. Demokrasi o dönemde de sadece araçsal bir dolgu malzemesi olarak söyleme dahil edilmekteydi. Çözüm Süreci devam ederken milliyetçiliğin diğer kanadında yer alan ve devletin, müesses nizamın savunuculuğunu yapanlar ise CHP-MHP idi. O dönemde bu iki partinin “kandan beslenmek” gibi oldukça ağır ifadelerle ve çok sert bir biçimde eleştirildiğini hatırlayalım. Söz konusu dönemde, Çözüm Süreci’nin gerçekçi bir sonuca ulaşması ile birlikte, Türklüklerini kaybedecekleri endişesi yaşayanların nevrotik itirazları bir kenara bırakılacak olursa, bu sürecin toplum nezdinde önemli ölçüde kabul gördüğü öne sürülebilir. Ancak gelinen nokta göstermektedir ki; milliyetçilik artık daha derli toplu bir enerjiyle ve farklı eğilimleri tek bir merkezde ve liderde toplayarak, yeni müesses nizamın kurucu öğesine dönüştü.

İşte bu koşullar altında Meral Akşener, Ümit Özdağ ve Koray Aydın öncülüğünde kurulacak olan yeni partinin Türkiye’nin demokratikleşmesini hedefleyeceğini ve demokrasi mücadelesi vereceğini düşünmek yerine, değişmekte olan milliyetçiliğin belki de ilk siyasal temsilcisi olacağını, en azından farklı bir milliyetçiliğin imkanlarını arayacaklarını düşünebiliriz. Şu ana kadar kendilerini tanımlamak için kullandıkları ilk parolanın “milli merkez” olduğunu biliyoruz. Aslında HDP’nin siyasal alanın dışına itildiği, CHP’nin parti kimliğini terk ederek bir toplumsal muhalefet hareketine dönüşmeye gayret ettiği, MHP’nin kendi siyasal varlığını AKP’ye devrettiği mevcut siyasal tablo içerisinde “milli merkez”in büyük bir başarıyla kurulduğunu gösteriyor. Hatta bundan daha “yerli ve milli” bir merkezin kurulabileceğini düşünmek zor. Elbette bu durum, Akşener ve çevresinin sadece MHP için değil, siyasetin yüksek tansiyonundan yorulmuş AKP seçmeni için de bir alternatif olabileceği ihtimalini barındırıyor. Ancak bu alternatif olma halinin milli bir merkeze olan ihtiyaçtan mı, bu iktidardan yorulan sağ seçmenden mi, yoksa bunların dışındaki nedenlerden mi kaynaklanacağını bilemiyoruz.

Yine de asıl soru ortada durmaya devam ediyor; Kürt meselesi. Kürt meselesi Türkiye’deki milliyetçiliğin dönüşümünün önündeki en büyük engellerden biriydi, hala da öyle. Kürt meselesine ilişkin siyasal çözüm şartını ciddiyetle ve toplumsal mutabakat arayışı olarak önüne almadığı sürece, Türkiye’deki milliyetçiliğin merkeze yürüme şansının oldukça az olduğu biliniyor. Dolayısıyla Türkiye’nin en önemli meselelerinin başında gelen etnik sorunlara yönelik bakış açısı, toplumun önemli bir kesimini yoksullukla yaşamaya razı eden taşeronlaşma ve benzeri ekonomik sorunlar, gittikçe hayati bir meseleye dönüşen eğitim konusu, Suriye politikası ve mülteciler ile dış politika ve toplumsal kutuplaşmaya yönelik Akşener ve çevresinin, şu an halihazırda devam eden mevcut politikalara alternatif olabilecek bir siyasal program, en azından sahici ve ikna edici bir söylem üretmesi mümkün mü? Yine bu partinin özellikle demokrasi ve yukarıda bahsi geçen diğer sorunlar konusunda, mevcut milliyetçi söylemlerden farklı olamayacağı varsayıldığında, geriye ne kalıyor? Belki daha kuşatıcı bir milliyetçiliğin ya da AKP-MHP koalisyonundan yorulan ya da kendine bu sağ koalisyonda yer bulamayan kesimlerin temsilcisi olmak ve yine milliyetçilik üzerinden oluşturulacak bir siyasi alternatiflik iddiası. Sonuç olarak, bu hareketin, yine sağ seçmelerin değerleri üzerinde tepinerek sürdürülecek bir kimlik siyasetinin parçalarından biri olacağı kestirilebilir. Bu nedenle kendini “milli merkez” olarak sunan bu partinin hangi özellikleriyle “yeni” olacağını kestirmek zor. Şimdilik bilinen tek şey, milli oldukları.