Kuvvetler Ayrılığı: Temsili Demokrasinin Sınırları
Barış Özkul

CHP’nin ve Kemalistlerin 16 Nisan başkanlık referandumundan önce kuvvetler ayrılığını savunması Türkiye açısından ilginç bir durumdu. Çünkü Türkiye, sağıyla soluyla siyasal liberalizme karşı alerjisi olan bir toplumdur. Faşistlerin, AKP-MHP blokunun, siyasal liberalizmden hoşlanmamak için yığınla “haklı” gerekçesi var. Güncel ve geçerli bir gerekçeden bahsetmek gerekirse, yürürlükteki “Atın zindana yatsın hukuku”nu siyasal liberalizmin ilkeleriyle bağdaştırmak mümkün değil. 

Kemalistler ve onun arka bahçesini oluşturan ortodoks sol cemaatler ise Uğur Mumcu, Emin Çölaşan gibi yazarlardan öğrendikleri siyasal liberalizmin uğursuzluğundan uzun yıllar hiç şüphe etmediler. Etmedikleri gibi liberalizmi bir erkeklik meselesi haline getirdiler ve “liboş” yakıştırması yaygınlaştı. Şimdi ise siyasal liberalizmin vazettiği kuvvetler ayrılığını savunmak durumunda kaldıkları bir tarihsel dönemeçteyiz. Ama bu dönemecin sonunda muhtemelen kuvvetler ayrılığı ve temsili demokrasinin bambaşka bir biçim alacağı yeni bir toplumsal formasyon ortaya çıkacak. Mevcut sınırlılıklarıyla kuvvetler ayrılığı Türkiye gibi toplumlarda diktatoryal eğilimlere karşı yeterli bir panzehir değil. Bu sınırlılıklara gelmeden önce kuvvetler ayrılığının hangi ihtiyaca cevaben ortaya çıktığından kısaca söz etmek gerekir zira tarihin belli bir aşamasında kuvvetler ayrılığı önemli bir kazanımdı.

18. yüzyıl Fransız siyaset felsefesinin iki ana akımından birini oluşturan Rousseau düşüncesinin anahtar kavramı otonomidir: Birey kendi otonom/özerk iradesiyle ve seçme yetisiyle eylemde bulunmalıdır. Rousseau, Descartes’tan aklın bağımsızlığı (aklın herhangi bir dış otoriteye bağımlı olmaması) ilkesini devralıp bunu siyasal alana uygulamıştır: Yönetim ancak halkın özgür iradesini ifade ettiği sürece meşrudur.

Rousseau için asıl olan iktidarın nasıl uygulandığından çok nasıl temellendirildiği/neye dayandığı idi. Fransa’da monarşi köklü bir geleneğe sahip olsa da halkın özgür iradesine değil zora dayanıyordu ve bu yüzden gayri-meşruydu. Tek meşru rejim halkın kim tarafından yönetileceğini doğrudan veya dolaylı olarak belirlediği demokratik cumhuriyet olabilirdi.

Rousseau’nun demokrasi tasavvuru iktidarın genel iradeyi (“milli iradeyi”) yansıtarak kazandığı meşruiyetle sınırlıdır (“Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir”). Oysa iktidarın genel iradeyi yansıtması demokrasinin gerekli koşulu olsa da yeterli koşulu değildir. Aksi takdirde genel iradeyi temsil eden bir diktatörlüğü yahut despotizmi de demokratik addetmek zorundayız. İktidarın seçilme biçiminin yanısıra uygulanma biçimi de meşru olmalıdır. Kuvvetler ayrılığı işte tam da bu ihtiyaca cevaben ortaya çıkmıştır.

Rousseau’nun “doğal seçim” ve genel iradeye dayalı cumhuriyet fikrini Montesquieu, etkin denge-denetleme mekanizmalarının varlığıyla tanımlanan bir kuvvetler ayrılığı fikrine doğru genişletmiştir.

Kuvvetler ayrılığının demokratik işlevi siyasal iktidarın bireysel özgürlükleri teminat altına alan bağımsız bir yargı erki tarafından sınırlandırılmasıdır. Bu denetleme mekanizması akim kaldığında dünün İstiklal Mahkemeleri bugünün Sulh Ceza hâkimlikleri gibi iktidarla tam uyum içinde çalışan yargı organları ortaya çıkar. Bu tür kurumlar, halkın egemenliğini temsil etmesi itibarıyla demokratik-plebisiter, egemenliği kullanma tarzı itibarıyla ise anti-demokratik rejimlerde bireysel özgürlükleri genel iradeye tâbi kılar. Oysa liberal demokrasilerde birey, topluma ya da siyasal iktidara indirgenemez, genelin iradesi özele dayatılamaz.

Bu soyutlukta ele alındığında sabaha kadar kuvvetler ayrılığının faydalarından söz edebiliriz. Ama kuvvetler ayrılığı bir toplumsal zihniyet sorunu olarak alındığında durum farklıdır.

İktidarın hukuk yoluyla sınırlandırılması ve birbirinden bağımsız biçimde faaliyet gösteren kuvvetler (yasama, yargı, yürütme) arasında bölünmesi kâğıt üstünde etkin bir denetleme mekanizması olarak görünse de Türkiye gibi özgürlüklere muhalif, despotik bir zihniyetin kuşatması altında olan toplumlarda kuvvetler ayrılığı kendi ideal işleyişi içinde dahi hükümsüz kalabilir. Bir örnekle somutlaştıralım: Birbirinden bağımsız faaliyet gösteren üç erk bir insan hakları savunucusu karşısında aynı politik (mahkûm edici ve kıyıcı) tavrı pekâlâ sergileyebilirler. Ya da birbirinden habersiz bir AKP milletvekili, Vatan Parti’li yargıç ve CHP’li müsteşarın HDP’li bir mahkûm hakkında verdikleri hüküm aynı olabilir. 90’larda polis fezlekesinden hüküm giyen birçok mahkûm herhalde polis teşkilatı yargı teşkilatı üzerinde baskı kurduğu için hukuksuz muamelelere maruz kalmıyordu. Bir zihniyet ortaklaşması sözkonusuydu ve bugün de esas sorun toplumun yüzde ellisini ve kimi meselelerde (Kürt meselesi, azınlıklar vb.) yüzde seksenini ortaklaştıran bir zihniyet ortaklaşması. Bununla mücadelenin yolu da siyasetten geçiyor. İlla makro-ölçekli, partili/hiyerarşik bir siyaset olmak zorunda değil bu. Yazarak, çizerek, okul açarak, resim yaparak, fıkra anlatarak demokrasi yolunda alınacak çok mesafe var.

Kuvvetler ayrılığını ve temsili demokrasinin geleneksel kurumlarını Türkiye dışında dünyanın birçok yerinde yenilenmeye zorlayan bir başka basınç var ve bu basınç da bildiğimiz anlamda siyasal liberalizmin sınırlarına gelindiğini gösteriyor. Geleneksel-siyasal liberalizm bireysel özgürlükleri inşa edilip içi doldurulacak bir pozitif ufuk olmaktan ziyade korunup vasilik edilecek bir özel alan olarak kavramıştı. Bu kavrayışa uygun biçimde bireysel özgürlükler salt güvenlik ihtiyacı üzerinden tanımlandı ve bireysel özgürlükler rejimlerin vatandaşların güvenliğini sağlayabilme yetisine indirgendi. Oysa yakın tarihte yarım yamalak da olsa aktörleşen ve kendi bireysel özgürlük alanını internet gibi kamusal mecralarda ifade etmeye çalışan yeni bir toplumsal tip ortaya çıktı. Bu toplumsal tipin aracı kurumlarla, temsili demokrasinin dolayımlayıcı mekanizmalarıyla arası iyi değil. Siyaseti kişiselleştirebildiği ölçüde seviyor ve ona doğrudan hitap edebilen, kendini özdeşleyebileceği liderlere ihtiyaç duyuyor. Şimdilik dünya, temsili demokrasinin boşluğunu faşistlerin doldurur gibi göründüğü bir konjonktürde ama faşistlerin yeni toplumsal ilişki biçimlerinin taleplerini karşılayacak küresel bir ufukları yok. Siyasal liberalizm bugünlere kamusal alanla özel alan arasına bir duvar örmeyi savunan bir fikriyat olarak geldi. Şimdi dünya Berlin Duvarı’ndan sonra siyasal liberalizmin duvarının da yıkıldığı bir dinamiğe yakalandı. Bu dinamik faşistlerin elinden demokrasiye inanmış sosyalistlerin, eşitlik ve özgürlük mücadelesinin ufkunu 20. yüzyılın totaliter sosyalizm deneyimiyle sınırlandırmadan yeniden tanımlayan enternasyonalist bir solun eline geçtiğinde nitelikli bir aktörleşmeyle birlikte aşağıdan yukarıya işleyen gerçek bir demokratik denetim mekanizması kurulacaktır.