Yüzyıla Doğru (V): Sosyalist ve Gerçekçi
Orhan Koçak

Türkçede “toplumcu gerçekçilik” gibi sade-suya-tirit bir adlandırma bulan sosyalist realizm bilindiği gibi Maksim Gorki himayesinde takdim edilmişti 30’lu yılların Sovyet Rusyası’nda. Bu serüvenin daha kesin tarihli öyküsünü bu “sayfalarda” bir kısmını tartıştığımız şair Akif Kurtuluş’un kitabında (Daktilo Yazıları, 2016) bulabiliriz. Kendi payıma şunu söyleyebilirim ancak: artık hiç kimse, bağlı olanlar bile, Nikolay Ostrovski’nin Ve Çeliğe Su Verildi adlı romanını okumadığı için (tahammül mü), daha kötüsü bu konularda hiç kimse zerre kadar kafa yormadığı için, her şey sizin-bizim istediği gibi yol alıyor.

Ben “sosyalist gerçekçi” terimini neden sonra ilk kez şairlerden işittim, 21. yüzyılda. Bir ödül konuşulmaktaydı. Adam (ya da kadın) geldi ve dedi ki, “bize, biz sosyalist realistlerden birine mi verecekler, yoksa yeni bir şeyler yapanlara mı?”. Dedim ya, o tarihe kadar (2000’lerin başı) bu terimin gittiğini, kaybolduğunu sanıyordum, ama bir ödül sertleşmesinde bir şair, hem de iyi ve daha da ödüllere gark olacak bir şair, tarafları “sosyalist realizm” ve öbürleri diye yerleştirdi. Sonra o da uyumuştur. Ama kişinin cümlesi sahiden böyleydi: biz sosyalist gerçekçilere mi verecekler, yoksa hiç utanmadan yeni bir şey yapanlara mı, hem de biz bu kadar yaşlıyken. 

Saat ilerlemişti: sormadım, soramadım: sence bu terimin bir arada ve ayrı ayrı anlamı nedir: sosyalist ve realist. Çünkü ben de hiç bilmiyordum, bunlar yan yana geldiğinde (sadece, sosyalistin realisti işsiz bıraktığına dair bir sezgim vardı). Arkadaşım şair değildi ve palavradan kaçındı. Herkes, ama herkes evine, odasına gitti (esas itibariyle). Ama bu şiirsel deneyden bir ders çıkardım: hiç kimse sosyalist realist mükafatı beklemiyor, çünkü zaten çoktan aldığına inanıyor. – Şairler böyle, ortalığı karınca sürüsü gibi kaplayan romanlar hakkında bence Tanıl Bora filan konuşmalıdır (sorumlusu, Türkçenin benim düzeyime inmesinin).

***

Cozef Visarionoviç Cugaşvili ile küçük kızı (Alilüyeva) henüz ortalık karışmadan bir gün evde oturuyorlarmış. Anne yok, müntehir; baba idare etmeye çalışıyor kucağında. Ortalıkta amca bol, Beria, Kaganoviç veya Voroşilov, ama kız kesintisiz ağlamaya devam ediyor. Yapılabilecek en iyi şeyi yapıyor orada Stalin: bu çocuğu şimdi derhal yanımdan alın, sonra ben kelleyken, uyurken, koynuma getirip bırakın. Fakat çocuk nankör. Sonradan (“hürriyeti seçince”, Batı’ya kaçınca) anılarında kendince bir tür realizme kalkışıyor. Uluslararası “komünist hareket” içinde pek hoş karşılanmıyor: ne Portekiz komünist partisinin meşhur lideri Alvaro Cunhal bir şey yazacaktır kitap hakkında, ne de bizim burada Nihat Sargın. Doktor Hikmet’in deyişiyle “susuş kumkuması” en elverişli teknik. 

Bu yazı dizisini sonunda “sosyalist realizm” meselesine gelerek kapatacağımıza söz vermiştim. Ama başından itibaren iki terim arasında bir çekişme, bir rekabet belirir: hangisi daha önemlidir, hangisi esas: daha çok sosyalist mi olunacaktır, yoksa daha çok gerçekçi mi? Burada “tipik olan” diye bir kategori işin içine girer, terimlerin rekabetini hem sürdürmek hem de gizlemek üzere. Bu terimin de farklı “yorumları” vardır, 30’lu, 40’lı yıllarda. O yıllarda SSCB’ye sığınmış György Lukacs’ın metinlerinde (mesela Avrupa Gerçekçiliği) “tipik” olanı büyük 19. yüzyıl gerçekçilerinden, Dickens, Stehdhal veya Balzac’tan türetme davranışı belirgindir. Fakat benimsenmez, ev hapsine alınır. Niçin? Çünkü adı geçen yazarlarda bolca negatif şey vardır, hatta negatifin ta kendisi. Maksim Gorki’nin gözlerinin önünde, ortaya bir sosyalist pembe dizi programı sunulur, Gorki’nin de şurasından burasından desteklediği: her şey iyiye gidiyordur, her şey Vladimir İliç’in öngördüğü ve halkların babasının yönelttiği istikamettedir.

Her şeyin bizim istediğimiz yönde geliştiğine dair inancın temel kavramı olan bu “tipik” terimine ilişkin bazı yerli ve milli katkıları siz benim eski dostum Metin Çulhaoğlu’nun çeşitli yazılarında bulabilirsiniz. Ama işte 1934’ten Cozef Ef’in ölümüne kadar (1953) geçen sürede Sovyet kültürüne bu teori yön vermiştir: sosyalist realist, ama “realizm” meselesini çok abartmamak şartıyla. 1952’deki 19. Parti kongresinde Malenkov: “Sanatçılarımız, yazarlarımız, performansçılarımız kendi eserlerini yaratırken daima şunu akılda tutmalılar: tipik olan, en çok karşılaştığımız şey değildir; tipik olan, belli bir toplumsal gücün özünü en ikna edici biçimde dile getirendir. Marksist-Leninist açıdan, tipik olan herhangi bir istatistik ortalamayı ifade etmez… Tipik olan, gerçekçi sanatın parti ruhunun tezahür ettiği hayati alandır.” Başka deyişle, tipik olan da gerçekçi olan da, partinin ve liderin en son pozisyonunu en önceden tahmin eden, ama geç kalsa bile kendini oraya en hızlı uyarlayan sanatçının yapıtında dile gelen şeydir: geciken yanıyor (ama gecikmemek çok zor, herkesle iyi geçinmek iyice zor).

Bu tavır uykulu Brejnev yıllarında neşvünema bulan bir reaksiyon yarattı, özellikle edebiyatta (görsel sanatlarda Kumar ve Melamid gibi ilginçlikler vardı, var). Olanı düpedüz anlatmak bile değer kazandı (itiraz gelmiyordu). Koskoca Lukacs bile 60’lı yılların sonunda –sonradan Rus milliyetçisi olacak– Soljenitsin’in Ivan Denisoviç’in Hayatında Bir Gün novellasını sosyalist realizmin en parlak ürünü ilan etti (gerek mi vardı, iki satır başka yeni kitap okumuş olsaydı, “Batı”da çıkan bazı kitaplar). Şey gibiydi: sonradan benim bazı Sovyetçi arkadaşlarım da “biz tüketimi ihmal ettğimiz için yıkıldık” filan dediler. Hmm.

***

Lukacs ki kendisi Geç Romantizm’den geliyordu, F. Schlegel’in uzak torunu, o genç yaşında bile “realizmin” ne demek olduğunu sezmişti: 20’li yaşlarında yazdığı denemelerde (Ruh ve Biçim) gerçekçiliğin asıl formu olarak romanın bir sağırlaşma ve katılaşma (ya da pıhtılaşma) demek olduğunu hissettirir: realizm, devrimin (1789-93) kendi hedefleri karşısında geri çekilen bir devrimci toplumun ifadesidir. Bunu sonradan ondan daha iyi anlatan ya da açıklayan Roland Barthes (Yazının Sıfır Derecesi) olacaktır: Romanın başlaması, başka deyişle Balzac’ın ortaya çıkıp devam etmesi ve Flaubert’in de başka bazı ilginçlikler yapması için, 1830 ve 1848 devrimlerinin yenilmesine ihtiyaç vardı. Şu halde “sosyalist” ile “realist” arasındaki huzursuzluk en başından beri romanın “genetik koduna” kaydedilmişti. Balzac’tan sonra her iyi anlatan, gerçekliğin değiştirici müdahaleye karşı direncini iyi anlatmış oluyor, oradan “sosyalizme” kayansa kendini palavranın zemininde buluyordu, ya da modernizmin (Zola, Woolf) kararsız, fazla cesur, kendinden fazlasıyla memnun ve güven(ce)siz alanında.

Toplum, siz ve biz, değiştirilemediğinde (yıkılamadığında) tahlil ediliyor, inceleniyor, betimleniyor: realizm. Ve oradan azıcık sapma olarak natüralizm. Böyle bir değiştirilmezliği Sovyet toplumu ancak Kruşçev’in tasfiye edilip de her şey Brejnev durgunluğuna varınca tanıdı. Ama en iyi şeyler önceden yazılmıştı, kısmen Şolohov, her zaman Platonov ve en başta Vasili Grossman. Bunları görmeyince biz de Lukacs gibi keçiye Abdülnecati çelebi diyoruz. Kanser Koğuşu, herkesin bildiği (ama mesela Metin Ç’nin bilmezden geldiği) rezilliğin ötesinde, herhangi bir şey söylemiş midir size? Balzac’ın Chouan’lar veya Köylüler gibi erken (ve “devrimci”, yani karşı-devrimci) romanlarına denk bir şeyler?

Ortak yalanımızı Gündoğdu Meydanı’nda haykıracağız. Sevinçle, coşkuyla, yüzümüzü gözümüzü kırmızı beyaza bulayarak.