Milliyetçilik Forever
Polat S. Alpman

Cumhurbaşkanı Erdoğan, 40. Muhtar Toplantısı vesilesiyle uzun zaman önce ayaklarının altına aldığı milliyetçiliği yeniden hatırlattı [1] ve şunları ifade etti: “Kürdüm demek en tabii hakkındır, ama Kürtçülük yapmak hakkın değildir. Türküm demek en tabii hakkındır, ama Türkçülük yapmak hakkın değildir. Çünkü bunlar bölücülüktür. Rabbim ne diyor? ‘Biz sizi kavimlere ayırdık, iyi anlaşasınız diye’ bizim gönül dünyamız da kollarımız da kardeşlerimize açıktır. Yeter ki bizi can evimizden vuran politikalara girişmesinler.” İslamcılık düşüncesi içerisinde milliyetçilik hakkındaki tutumlar arasında en yaygın olanlardan biri olan bu perspektif, Müslüman olmayanlar ile heteredoks sayılan kesimleri ‘hakim millet’ olarak işaretlenen kalabalığın dışında tutarak geri kalan etnisiteleri ortak din ve mezhep üzerinde birleştirme eğilimindedir. Bu eğilim milliyetçiliğin bir başka biçimidir ve kriz dönemlerinde kendisi dışındaki milliyetçiliklerle bütünleşmek ile ilgili herhangi bir çekincesi yoktur.

Milliyetçilik davası Tanzimat’tan bu yana bu coğrafyanın aşamadığı, sürekli yüzleşmek zorunda kaldığı köklü meselelerden biridir. Türkiye’de, hatırı sayılır tabana sahip bütün siyasal eğilimlerin, buna sol da dahil, kendisini bir biçimde irtibatlandırdığı milliyetçiliğin, AKP ile birlikte kazandığı içerikler, milliyetçilikle temas halindeki her türden söylemi rasyonelleştirme çabalarından biriydi. Böylelikle hem müesses nizamı hem de milliyetçiliğin tapusunu elinde tutan MHP gibi partileri, kendi söylemleri üzerinden eleştirebiliyordu. Bu eleştiriler pozitif milliyetçilik adına dile getirilmekteydi; yani eleştirilen husus milliyetçilik değil, bunu etnik kimlikler üzerinden yapan pespayelikti. Onlara göre doğru milliyetçilik yol yapmak, baraj yapmak, yani millete hizmet sunmak, kimseyi etnik kimlikleri nedeniyle ayırmamak ve yaratılanı yaratandan ötürü sevmek şeklinde ifade edilmekteydi. Negatif olan milliyetçilik ise başta Kürtler olmak üzere diğer etnik kimlikleri yok saymış, onlara karşı ret ve inkar politikaları uygulamış ve bu politikalarla PKK ve benzeri terör örgütlerinin önünü açmışlardı. Hatta bazıları imtiyazlarını sürdürebilmek uğruna kendi halkının kanının dökülmesine göz yummuş, ve yine hatta gizli amaçlarına ulaşabilmek için bu şiddeti körüklemiş ve milliyetçiliği de bu amaç için kullanmıştı. Bu milliyetçilik bölücüydü. Muhtelif hadislerde farklı biçimlerde ifade edilen ve Hz. Muhammed’in İslamiyet öncesi Arap toplumunda egemen olan asabiyeyi, aşiretçiliği (İslamcılığın bugüne tercüme ettiği haliyle milliyetçiliği) ayaklarının altına aldığını söylemesine atfen tepelenmek istenen milliyetçilik, bu negatif milliyetçilikti.

Bu ve benzeri söylemlerden çok kısa süre sonra ve umulmadık bir biçimde yaşanan gelişmeler, eleştirisi konusu olan Türkiye’deki milliyetçiliğin, bir siyasal eğilim olmaktan daha çok devletin kurucu ve güçlü sütunlarından biri olduğunu tekrar hatırlattı. Bu milliyetçilik, hükümetlerden bağımsız olarak, politik iradenin gevşediği her durumda ona yeniden nizam verir ve devletin demokratikleşmesinin önündeki en büyük engellerden birine dönüşme potansiyelini de içinde barındırır. MHP’nin kendine biçtiği tarihsel rol ve politik konum, bu noktada ortaya çıkmakta ve MHP muhalefette bile olsa iktidar olma keyfini böyle bir aralıkta sürdürmekteydi.

Yaşanan son gelişmeler MHP için bu konforun artık sona ermeye başladığı hususunda bazı işaretler sunuyor. Öncelikle Türkiye’deki yeni statükonun milliyetçilik ile kurduğu ilişki bir süredir farklı bir mecrada akıyor. Artık etnik değil büyük ölçüde dini kimliği ve özellikle Sünniliği eksene alan ve Türk olup Türkçülük yapan ile Kürt olup Kürtçülük yapan arasında söylemsel olarak bir fark gözetmeyen bir milliyetçilik inşası için ciddi bir yol döşeniyor. Bunun pratikteki işleyişinin iktidarın söyleminden çok farklı olduğu; bu işleyişin kolaylıkla değişmeyeceği kabul edilebilir. Yine de vatandaşlık statüsünün yeniden tanımlanmasına yönelik bu ve benzeri müdahalelerin sosyo-politik etkisi göz ardı edilemez. MHP ise toplumsal denetim ve kontrol konusunda, kendi iktidarında bile yapamayacağı birçok icraatın gerçekleştiğini gördüğü için kendini emniyette ve egemen hissetmekle birlikte, kendisini var eden politik zeminin kaymakta olduğunu farkında. Çünkü Türkiye’de milliyetçilik ideolojisi –Akşener’in partisini de dahil ederek ifade etmek gerekirse- kabuk değiştirme sürecinde ve MHP bu değişim sürecine ayak uydurabilecek aşamayı çok önceden kaybetti. Bunun yerine Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın koruyan ve kollayan kanatları altında mevzilenerek bu değişim rüzgarının geçmesini ve bundan az hasarla çıkmayı hedefledi. Oysa Türkiye, içinde bulunduğu koşulların baskısı altında, onun tanıdığını zannettiği ülke olmaktan hızla uzaklaşmaya devam ediyor. AKP, ulus-devlet modeline sahip birçok ülkenin demokrasi aracılığıyla önemli ölçüde hallettiği kimlik sorununu, demokratik olmayan ancak ulusu yeniden tanımlamaya çalışan politikalarla idare etmeye çalışırken MHP’ye kalan rolün “Kürtçülüğü izah etmek için Türkçülüğü örnek göstermek doğru değildi” (link) gibi bir düzeye çekilmesi, tarihsel olarak MHP’nin yaşadığı ideolojik ve politik aşınmanın geldiği aşamayı ve politika üretme kapasitesinin sınırını gösteren trajikomik bir sonuç.

Bu aşınma ve irade kaybı bir liderlik sorunundan daha çok Türkiye’deki milliyetçiliğin yapısal kriziyle ilgili bir sonuç olarak değerlendirilebilir; ancak bunu kestirmek şimdilik zor. Kesin olan, dini ve etnik milliyetçiliğin iki güçlü temsilcisi arasında kurulduğu iddia edilen koalisyonun artık var olmadığıdır. Bir başka ifadeyle, Cumhurbaşkanı Erdoğan açısından, tıpkı görevden el çektirilen belediye başkanları gibi, Bahçeli sağlayabileceği maksimum faydayı, halihazırda sağlandığı için bu aşamadan sonraki her ortaklık görüntüsü faydasız olmak, hatta zarar vermek gibi bir ihtimali barındırmaktadır. Her iki taraf için de ‘kolay koalisyon’ olarak kabul edilen ve dönemsel bir krizin aşılmasını sağlayan ortaklık bitti. Bahçeli için bunu kabul etmek pek kolay olmasa da iktidardan aldığı pay, sus payı olmaktan daha öteye gidecek gibi görünmüyor. Bu nedenle, kolay koalisyonun sağladığı avantajlardan en fazla istifade eden Bahçeli ya da MHP olmadığı gibi bu birliktelik, Bahçeli’nin bir hareket lideri olarak var olan özgül ağırlığını ve bağımsızlığını da ortadan kaldırdı. Sağ taban ve AKP açısından, Bahçeli’nin olağan demokrasilerde kabul edilmesi mümkün olmayan birçok icraata meşruiyet kazandırma vasfı artık bir işe yaramıyor. Bununla birlikte hükümet karşısındaki bağımsızlığını yitirdikçe milliyetçi – muhafazakar taban üzerindeki ikna ediciliğini yitiriyor. Akşener böyle bir iklime ortaya çıkıyor. Sonuç olarak, devletin milliyetçilik ile kurduğu ilişkiyi yeniden düzenleyecek bağımsız herhangi bir erkin kalmadığı ve milliyetçiliğin kabuk değiştirmeye zorlandığı yeni bir döneme girildi. Siyasal alan, Türk sağı tarafından yeniden düzenlenirken, sol, kendisi açısından tarihi fırsatlarla dolu bir dönemi kaçırmış olarak yine sahne dışında kalacak gibi görünüyor.

* * * 

[1] Buraya uzun, ancak tarihsel olarak belli bir anlamı olduğunu düşündüğüm bir alıntı ekliyorum. 2013 yılının Şubat ayında, Başbakan Erdoğan Mardin’de yaptığı ve “her türlü milliyetçiliği ayaklarının altına” aldığını ifade ettiği konuşmada AKP hükümetinin ideolojik konumunu şöyle tarif ediyordu: “...biz ideolojilerle bu yola çıkmadık. ... Kim ki kendi ırkının, kavminin, kendi kabilesinin diğerlerinden üstün olduğunu iddia ediyorsa o kişi şeytanın izindedir. Kavimler, kabileler, ırklar, inançlar farklı olabilir, ama hepsi saygındır. Biz, Türkiye Cumhuriyeti toprakları üzerinde hep beraber tek milletiz. Bu millet kavramının içinde Türkü var, Kürdü var, Arabı var, Lazı var, Çerkezi var, Abazası var. Var oğlu var. Bizim kadim medeniyetimizde asla böyle bir farklılık, asla ayrım olmamıştır. Bizim kültürümüzde, geleneklerimizde özellikle bu hassasiyet hep korunmuştur. Etnik milliyetçiliği kim yaparsa yapsın o sapkınlığın içindedir, fesat içindedir, fitne peşindedir. ... Bu süreçte kimse bizim karşımıza Kürtlükle de Türklükle de çıkmasın. Biz her türlü milliyetçiliği ayaklarının altına almış bir iktidarız. Kuru milliyetçilik yok. Bizim milliyetçilik anlayışımızda ne var biliyor musun? Vatanseverlik var, insan severlik var. Fakirin, fukaranın, garip gurebanın yanında yer almak var. Şu güzel ülkemizi, dünya ülkeleri arasında ilk 10’un içerisine sokmak var. Medeniyetin artık bu ülkede hakim olduğunu görüyoruz. 780 bin kilometrekare vatan toprağının her karışında aynı hakların, aynı özgürlüklerin hakim olması için çalışıyoruz. Artık, inkar, ret, asimilasyon politikaları yok. Bunların hepsi ayaklarımızın altında. Kürt’ü de Arap’ı da Türk’ü de Laz’ı da Çerkez’i de Gürcü’sü de hepsi benim kardeşim. Biz imtiyazları yıka yıka bu ülkede demokrasiyi güçlendirdik, kökleştirdik. Bugün önümüzde duran sorunların çözümü yeni imtiyazlar üretmekten geçmiyor, tam tersine hakların ve özgürlüklerin herkes için hayata geçirildiğinde sorunlar gerçek anlamda ve kalıcı şekilde çözülmüş olacak” (link).