"Aynı Ülke İki Ayrı Millet"
Barış Özkul

“Aynı ülke iki ayrı millet” esprisini İngiliz 19. yüzyılının renkli şahsiyetlerinden Benjamin Disraeli bulmuştu. Disraeli’nin asıl mesleği “devlet adamlığı”dır ama aynı zamanda yüzyıl ortasında İngiliz edebiyatında olgunlaşan “endüstriyel roman” akımının önde gelen yazarlarından biriydi: Sybil romanında Çartist bir baba ile kızının öyküsünü anlatırken İngiliz işçi sınıfının aynı toplumda ayrı bir millet olduğu teşhisini koymuştur. 

Disraeli’nin anlattığı dünyadan bugün eser yok, sanayi proletaryası artık ayrı bir millet olarak varolmuyor ama “aynı ülke iki ayrı millet” esprisi başka şekillerde devam ediyor. 

Biz “iki ayrı millet” olmaya AKP devrinde başlamadık. Muhafazakâr kesimin bastırılmış nefretinin iktidar olmasıyla “eski hesaplar” ortaya serildi. AKP’nin elinde bir aşamada bu hesapları demokratik ve şeffaf bir yoldan kapatma imkânı vardı. Ama bu yolu seçmediler. Gezi olayları, 17-25 Aralık, 7 Haziran, 15 Temmuz derken giderek patolojikleşen bir kavga ortamı bu ülkenin yeni “normal”i haline geldi. Toplum uçsuz bucaksız bir nefrete teslim oldu. “Mahalleler” fiilen ve mecazen kendi içine kapandı. Bunun siyasî nedenleri hakkında çok şey yazıldı, benim burada ekleyebileceğim bir şey yok. Toplumu esir alan nefret psikolojisinin mekâna yansıyan bir sonucundan söz edeyim. 

***

“Ayrılığın” mekândaki sonuçlarından biri büyükşehirlerde “seküler” gettoların oluşması.

İstanbul’da Şişli, Taksim, Beşiktaş, Kadıköy, Bakırköy, Adalar gibi semtler öteden beri, ta Peyami Safa zamanından, seküler kesimin “elinde”dir. “Elinde olmak” bir özgüveni anlatır ve bugüne kadar bu semtlerin sakinleri yer yer dışlayıcı da olabilen bir özgüvenle buraları sahiplendiler. Bakırköy’ün “sarışın” yerlisi ile Yenibosna veya Şirinevler’den Bakırköy meydanına akın eden “karaşın” genç arasındaki sınıfsal ve kültürel farklılık özenle korundu. Sosyalistlerin bu “merkez” semtlerin yerlisi ya da müdavimi olmaları da ancak Türkiye’de olabilecek bir durumdu. Londra’da sosyalist bir hareketin Hackney ya da Seven Sisters’tan değil Chelsea ya da Fulham’dan “taban devşirmesi” alay konusu olur - ama Türkiye’de olmuyor. Siyaseti buradan okuyacaksak, AKP’nin başlattığı çözüm süreci sosyolojik bakımdan doğru bir girişimdi. Çünkü Bağcılar’da AKP’nin tabanıyla HDP’nin tabanı aynı mahallelerde yanyana yaşayıp aynı okullara gidiyor, aynı sosyalleşme kanallarını kullanıyorlar. Seküler kesimin Bağcılar’dan geçmesi ise ancak yolunu kaybetmesiyle mümkün.

Bağcılar’da durum böyleyken, “seküler kesim”in kendini “doğal” sahibi olarak gördüğü semtlere “sığındığı” bir ters psikolojiyle karşı karşıyayız. Bir “kaçma” ve “kapanma” psikolojisi bu. İki milleti ayıran duvarı tahkim etmeye dönük bir telaş.

Kadıköy’ün merkezini alalım. Son beş yılda nüfusun ve kira bedellerinin hızla yükseldiği bu semtteki dönüşümün görünürdeki sebebi “kentsel dönüşüm”. Ama bu, “sadece” görünürdeki sebep ve bazı insanların kentsel dönüşümden ötürü niçin Ümraniye’ye değil Kadıköy’e akın ettiğini açıklamıyor.  

Sokaklara bakınca kentsel dönüşüme indirgenemeyecek bir değişim gözleniyor Kadıköy'de. Kadife Sokak eskiden beri “civcivli” bir yerdi. Moda Caddesi ise on yıl öncesine kadar tenhalığıyla bilinirdi. Ama artık iki adımda bir bar, “kahveci” ve “dövmeci” ile dolu. Bundan on yıl önce metruk halde bulunan Yeldeğirmeni, İstiklal Caddesi’nin on yıl önceki halini hatırlatacak kadar kalabalıklaştı. Yediğinize içtiğinize “Kadıköy vergisi” ödüyorsunuz. Ödediğiniz verginin karşılığı AKP’lilerden, daha doğrusu İslâmcılardan uzak olmak.   

Kadıköy bu yüzden giderek kalabalıklaşıyor, sıkıştıkça sıkışıyor ve Boğaz’ın öbür tarafında “Kadıköy vapuruna” bakıp “tövbe estağfurullah” diyen birileri var.

Daha önce de yazmıştım: Yeni Türkiye dedikleri dünün çelişkisinin yeni ellerde derinleşerek devam etmesinden ibaret. Kapanma değil açılma, kavga değil uzlaşma psikolojisi hakîm olduğunda gerçekten Yeni Türkiye olacağız.