Orhan Veli ya da Enkazda Elmas Tozları (I)
Derviş Aydın Akkoç
Düşünme artık parasızlığı;
Düşünme yapacağın yapıyı;
El tutar, ömür yeter;
Yarına Allah kerîm;
Dayan hovarda gönlüm!
(Orhan Veli, “Festival”)

Ahmed Arif 1970’te yayımlanan bir söyleşisinde, 1942’de başlayan kendi şiir üretim serüvenini tarihselleştirirken, etkisini savuşturmakla uğraştığı bir şaire değinir: Nâzım Hikmet. Afyon’da yatılı lise okurken “edebiyat öğretmenine kendini beğendirmek” için yazdığı, Ahmet Haşim etkisindeki “Gözlerin” yahut “Yollarda” gibi ilk şiirlerini şiirden saymaz: “Yazdıklarımın şiirin olmadığına ve gerçek şiirin bu kadar kolay yazılmaması gerektiğine inandım.” Geçmişin “kolay” şiirinden çıkıp şimdinin “zor” şiirine, “gerçek şiire” geçecektir ama esas mesele de buradadır zaten. Gerçek şiire giden yolu ağırlıklı olarak sosyalist-komünist şairler tutmaktadır, devam etmek için bir tür geçiş vesikası şarttır. Nâzım Hikmet şiirinde tecessüm eden estetik etkinin aşılması gerekir; “soylu bir yol” bulmak ve o yoldan yürümek kendini dayatmıştır, iyi de nasıl? Genç şair sınırda durup öte tarafa göz ucuyla bakar ve ister istemez ürker:

“Nâzım diye bir okyanus vardı. Rıfat Ilgaz, A. Kadir, Suphi Taşhan ve Abdülkadir Demirkan gibi yürekli ağabeyler vardı. Bunlar, hapiste ya da sürgündeydiler. Şiire yeni başlamış devrimci bir delikanlının karşısına Nâzım’ı dikerseniz çocuk ya paniğe kapılır ve ters akımların uydusu olur yahut ezilir, kötü bir kopyacı kesilir (…) İş bir kez ‘etki’ye dökülmesin. Etkilere bile bile kucak açan bir şairin soylu bir yol seçtiği söylenemez bence (…) Şiirimi günün modası olan etkilere kapadım. Göbeğimi kendim kestim ve kasaba minnet etmedim.”[1]

Müstakbel şairin kendini etkilere kapaması, mevcut etkileri aşmanın bir yordamı olsa gerek: Zor şairlerle –kasaplarla- cepheden mücadele etmektense varlıklarına izin vermek, hatta belki de çarpışmayacağına dair zımni bir önkabulle sessizce yanlarına ilişmek, aynı söylemsel küme içinde ama “ayrıksı” bir mekân tutmak. “Devrimci delikanlı” işinin başlarındayken çevresini kuşatan etkilere bilerek değil, farkında olmadan “kucak açacaktır” belki ama “soylu yolun” inşasına halel getirmeyecektir bu. Nitekim devrimcidir, bakışlarını kudreti sıfırlanmış bir önceye değil, imkânlarla yüklü bir “sonra”ya dikmiştir. Ahmed Arif’in üniversite ve hapishane yıllarından kimi arkadaşlarının, “Nâzım’dan sonra şiir yazmak boşuna bir gayrettir” yollu söylemlerini ciddiye almaması da “sonra”ya duyduğu bu inançla ilgilidir. Zira Arif’e göre, “Nâzım gibi şiir yazmak” ile “Nâzım’dan sonra şiir yazmak” farklı şeylerdir. “Gibi” yazmak hâkim “modalara” kapılmak; “sonra” yazmaksa potansiyellerin işletileceği görece daha ferah bir durumdur. 

Ahmed Arif her ne kadar kendini sıkı sıkıya kapatsa da, hâlihazırdaki etkileri savuşturma krizi tam olarak çözüme kavuşmamıştır: Etkilenme bahsinde geçerli tek bir “moda” yoktur çünkü. Pozitif içeriklerle kodlanan Nâzım etkisinin yanı başında ve ona rağmen “ters bir akım” olarak bir başka çekim merkezi daha vardır: Orhan Veli şiiri. Nâzım’a kıyasla Orhan Veli’ye karşı daha mesafeli ve keskindir Ahmed Arif. Bu merkezin etkisini dağıtmanın yolu ona kendini “kapamak” değildir. Muhatabına fazla önem ve değer atfetmek demektir bu, etkiyi küçümsemek daha makul bir stratejidir. Ahmed Arif, Orhan Veli şiirini yine “kolaylık” lafına istinaden bir hamleyle hesap dışı bırakır:

“O günler asıl yaygın moda, Orhan Veli gibi yazmaktı. Üstelik çok da kolay bir yoldu bu. Biraz yaradılış gereği, biraz da şiirin, gıdıklama, alay ve ucuz espriyle bağdaşmayacağına olan inancımdan, bu yola dönüp bakmadım bile. Yaradılış gereği dedim, buna yaşayış tarzı ve dünya görüşünü de katmak gerek. Orhan Veli olsun, çevresindekiler olsun, birer küçük burjuvaydılar. Hem de İstanbul burjuvası. Düşünce ve davranışları, kendilerine örnek seçtikleri Fransız şairlerinin paralelindeydi. Oysa ben doğuluydum. ‘Az gelişmiş değil, sömürülmek için kasıtlı olarak geri bırakılmış bir ülkenin aşiret töreleriyle yetişmiş bir çocuğuydum. Sömürgeci Fransız toplumunun bohemi, serseriliği ve gerçekten kaçma çabalarını kutsayan şairleri, beni elbette ırgalamazdı.”[2]

“Sömürülmek için kasıtlı olarak geri bırakılmış bir ülke”: bu ülkenin adı söyleşinin yapıldığı sıra dahi zikredilemeyen “Kürdistan” olduğu aşikâr. “Doğulu” şair Ahmed Arif’in “İstanbul” şairi Orhan Veli ilgili sözleri kıyıcıdır: “ucuz espri”, “gıdıklama”, “bohemlik”, “serserilik”, “gerçeklerden kaçma”. Nâzım ve yahut diğer “ağabeyler” ciddiye alınırlar, ama Veli’nin yüzüne bile bakılmaz: “elbette ırgalamaz.” Orhan Veli nezdinde yeni değildir bu ithamlar. Yeni olan bir şey varsa o da araya “coğrafi” bir koordinata yerleşerek söz söylemenin “kızgınlığının” girmiş olmasıdır. Bir taşla iki kuş birden vurur Arif: “Sömürgeci Fransız toplumunun” bohemliğini ve gerçeklerden kaçma çabalarını orada, İstanbul’da, “az gelişmiş” ama önünde sonunda sömürgeci bir toplumun İstanbul merkezli (“cep delik, cepken delik” diyen) serseri bir şairi icra ediyordur. 

***

Orhan Veli söz konusu olduğunda vaziyet hakikaten de anaakım sosyalist şair(ler)in resmettiği gibi midir: “gerçeklerden kaçma”, peki ama hangi gerçeklerdir bunlar?



[1] Veysel Öngören, “Ahmed Arif’le Bir Konuşma”, Ankara Birliği Dergisi, Mart 1970.

[2] Ahmed Arif, a.g.y.