Demokrasi İttifakı
Barış Özkul

İYİ Parti’nin kurulmasıyla birlikte muhalif mahfillerde “demokrasi cephesi”, “demokrasi bloku” gibi laflar daha sık işitilir oldu. Cumhuriyet’te Ataol Behramoğlu, 2019 seçimlerinde İYİ Parti ile yapılacak bir ittifakın faydalarını anlatan yazılar yazdı. Dün de İbrahim Kaboğlu, Birgün’de yayımlanan “İktidar: Demos’un mu Demos İstismarcılarının mı” başlıklı yazısında “CHP ve HDP’den İYİ Parti’ye kadar uzanacak geniş bir muhalefet yelpazesi”nin yararından söz etti. 

Kaboğlu ve Behramoğlu’yla sınırlı görünmeyen bu ittifak çağrısının AKP karşıtlığı haricinde hangi demokratik paydada birleştiği, AKP’siz bir Türkiye’ye ne önerdiği şimdilik belirsiz. Bu “gelecek sorunu” bugüne kadar “demokrasi” ve “adalet” kavramlarıyla tevil edildi. “Demokrasi”, söylem düzeyinde, hemen herkesin bel bağladığı sihirli kavramlardan biri: Solun tekelinden çıkalı çok oldu. Günümüz dünyasında Tayyip Erdoğan da “demokrat” olduğunu iddia edebiliyor, Sisi de. Bu kıvraklık, son on yılın olayı, “post-truth” çağının kaçınılmaz bir sonucu değil. Franco, kendi rejimini “organik demokrasi” olarak tanımlıyordu; Trujillo’nun Dominik Cumhuriyeti “neo-demokrasi” ile yönetilirken Stroessner'in Paraguay'ı "seçici demokrasi",  Nasır’ın Mısır’ı “başkanlık demokrasisi”, Eyüp Han’ın Pakistan’ı “temel demokrasi” örneğiydi. II. Dünya Savaşı’ndan sonra sağ, “demokrasi”yi demagoji amacıyla sahiplendi. Eşitlikçi-katılımcı ilkeler ve değerler doğrultusunda içeriklendirilmemiş bir demokrasi söylemi artık kolaylıkla bir boş gösterene dönüşebiliyor. Türkiye’nin temel meselelerinde AKP’nin demokrasi tasavvurundan ne şekilde farklılaştığını açık seçik ortaya koymayan bir “demokrasi cephesi”nin de AKP karşısında pek şansı yok.

Birgün’deki yazısında Kaboğlu “demos+kratos” (halkın iktidarı) ereğinde kucaklayıcı bir söylem” olarak tanımladığı demokrasiyi bir tür anayasacılıkla özdeşleştirdikten sonra gelecekten çok geçmişe dönük bir çağrıda bulunuyor: “Demokratik-anayasal düzene geri dönüş”. Kuşkusuz Kaboğlu’nun belirttiği gibi AKP’den önce Türkiye’de bir “siyasal-anayasal” birikim vardı ama bu birikimin demokratik olduğu söylenemez. Tanzimat'tan bu yana anayasal belgelerin hiçbiri aşağıdan yukarı işleyen toplumsal dinamikler ya da taleplerin sonucu olarak ortaya çıkmadı. Zaten AKP’nin bunca pervasızlaşmasının bir nedeni de Türkiye'nin modernleşme sürecinin dişe dokunur bir demokratik birikim yaratamamış olmasından aldığı özgüven. Cumhuriyet, “devlet aklı”ndan bağımsız düşünebilen nesiller yetiştiremedi. Yetiştiremediği için 90’larda TSK’dan brifing alan yüksek yargı mensupları bugün siyasi iktidarın kuşatması altında. Sorunun mazisini isterseniz Mustafa Kemal’in yaverinin hâkimlik yaptığı İstiklal Mahkemeleri’ne kadar götürebilirsiniz. AKP anti-demokratik bir sürekliliği devraldı ve bunun toplumsal zeminini olabildiğince genişletti.

Kaboğlu haklı olarak “kuvvetler ayrılığı”nın büsbütün ortadan kalktığını ve yeniden tesis edilmesi gerektiğini vurguluyor. Cumhuriyet tarihinde siyasi iktidar hiçbir zaman tek kişinin elinde bu ölçüde toplanmadığı için kuvvetler ayrılığı da hiç böylesine açıktan devredışı kalmamıştı. Burada da esasen Erdoğan ile Özal veya Demirel arasındaki mizaç farklılıklarına değil sayısız badireyi ve seçimi başarıyla atlatmış bir siyasetçinin Türkiye’nin anti-demokratik siyaset kültürünü bürokrasinin ‘normal’i kılma çabasına odaklanmak gerekir. Sorun bir kültür ve zihniyet sorunu olarak konduğunda, kuvvetler ayrılığının tümüyle askıya alınması son derece vahimdir ama kuvvetler ayrılığı savunusu kendi başına bir demokratikleşme reçetesi değildir. Türkiye kuvvetlerin nispeten ayrı olduğu (ya da öyle göründüğü) 1990’larda yargısı, yasaması ve yürütmesiyle birlikte Kürt milletvekillerini güle oynaya cezaevine yollayabilmişti. Toplumsal zihniyet dönüşmediği sürece kuvvetleri ayırmanız ya da birleştirmeniz -Kürt meselesi gibi temel meselelerde- sonucu değiştirmez. 

Kaboğlu’nun sözünü ettiği “geri dönülecek bir demokratik düzen” Türkiye’de hiç olmadı. Kurulması istenen ittifak bu gerçekdışı geçmişte ısrar ederse CHP’nin mevcut sınırlarını yeniden üretmekten öteye gidemez.

Buna karşılık Kaboğlu’nun demokrasi tanımındaki kucaklayıcılık vurgusu bir lafız olmaktan çıkıp gerçekliğe dönüşürse, İYİ Parti’yi destekleyen “halk” HDP’yi destekleyen “halk”ı kucaklarsa sahici bir demokratikleşmenin önü açılabilir. Ama bunun için de Meral Akşener ve arkadaşlarının, aynı zamanda Kılıçdaroğlu’nun HDP ile terörü eşitleyen yaklaşımı açıktan kınamaları gerekir. Türkiye’de demokratik olma iddiası taşıyan bir siyaset öncelikle milliyetçiliği reddederek yola koyulmalıdır: Ne İYİ Parti ne de CHP bu yönde risk alabilecek partiler; HDP’nin içindeki zaman zaman kabaran milliyetçi damar da malum. Gerek muhalefetin gerekse iktidarın milliyetçilik yarıştırdığı ülkenin reel-siyaseti de bu kısır gündem çerçevesinde belirleniyor.

Olası bir İYİ Parti-CHP ittifakı, seçim odaklı “milliyetçilik yarışı” açısından değerlendirildiğinde de pek makul değil. İYİ Parti-CHP ittifakını önerenler İYİ Parti’nin AK Parti’den kolaylıkla oy çalabilecek potansiyele sahip olduğu varsayımından hareket ediyorlar. Ne var ki İYİ Parti’nin AKP’den ziyade CHP ile MHP arasında saf değiştiren seküler-milliyetçi seçmeni cezbetmesi daha muhtemeldir. Bir ittifak halinde Ege ve Trakya gibi yerlerde CHP ile İYİ Parti arasında tereddüt eden yeni bir seçmen profili ve bunun etrafında bir geçişkenlik ortaya çıkabilir. Bu koşullarda İYİ Parti-CHP ittifakı 16 Nisan referandumunda ulaşılan yüzde 49’luk oyu yüzde 55’e taşımak yerine yüzde 49’luk blokun içine bir partinin daha girmesiyle ve CHP’nin sosyolojik tabanında bir daralmayla sonuçlanabilir. Bu aynı zamanda İYİ Parti’nin de sonu olacaktır. İYİ Parti’nin AKP seçmeninden oy alabilmesi için, AKP tabanıyla hiçbir şekilde empati kuramayan CHP ve ulusalcılardan hızla uzaklaşması ve bu partilerle arasındaki farklılığı net bir şekilde ortaya koyması gerekir. 

Bu fasit reel-siyaset dairesi içinde ne olursa olsun, Türkiye toplumunun ihtiyacı olan şey “demokrasi cephesi” diye pazarlanan bir ulusalcı cephe değil. Temenniler gerçeğe dönüşüp 2019’a tepkisel-ulusalcı bir cepheyle gidilirse, AKP küstürdüğü dindar kesimle kolaylıkla barışabileceği gibi iki yıldır Türkiye’nin iç meselelerinden tümüyle kopmuş olan Kürt seçmenin özellikle metropollerde seçeneksiz kalıp yeniden AKP’nin nüfuz alanına girmesi şaşırtıcı olmayacaktır. Geçmişe sığınan bir AKP karşıtlığı yerine geleceği eşitlikçi ve katılımcı bir ütopyayla kurmaya talip bir demokrasi cephesi ise dengeleri gerçek anlamda değiştirebilir.