Anti-Emperyalist Cephe
Murat Belge

Tayyip Erdoğan, Donald Trump’a da alışıldık üslûbuyla “ey” çekmeye başladı. Kollamak ve hoş tutmak için bir neden kalmadığına inanıyor olmalı. Trump da, Amerika Birleşik Devletleri’nin birtakım kurallarını çiğneyip Tayyip Erdoğan’ın kendisinden istediklerini yerine getirmediğine –ya da “getiremediğine”– göre, onu da gözden çıkarmaya engel kalmadı, demektir. 

Erdoğan, Trump’a “emlak mı satıyorsun?” diye sorarken, Putin de gene buraya geliyormuş. Bu, bir yıl içinde yedinci gelişiymiş. Tabii arada Erdoğan’ın Rusya’ya gidişleri de var. 

Erdoğan, her fırsatta, Batı’nın demokratik ilkeler karşısında ikiyüzlülüğünü anlata anlata bitiremiyor. Rusya’yla ilgili tesbit ettiği bir ikiyüzlülük anlaşılan yok. Haklı da bence, çünkü Türkiye gibi Rusya’nın da demokratik ilkeler karşısında “iki” değil, “tek” yüzü var: “canı cehenneme!”

Putin’in Erdoğan Türkiyesi’ne muhabbetini anlayabiliyorum. Putin Batı’yı en büyük düşmanı olarak görür; böylece, hem Çarlık’ın hem de Sovyetler’in temel politikasını sürdürmüş olur. Türkiye, yirmilerden beri Batı’dan yana bir tavrı benimsemiş ve Batı’nın içinde yer alma arayışına girmişti. “İçine girme” kısmı pek gerçekleşemedi ama “aynı safta olma” özellikle NATO’dan beri perçinlenerek sürdü. Ama şimdi Türkiye’nin başında bu köklenmiş Türkiye Cumhuriyeti politikasına son vermekten ve Batı âleminden kopmaktan yana bir siyasî irade var. Böyle bir tutum Putin’in gözünde mutlaka desteklenmesi gerekli bir politika. NATO’da çatlak v.b., uzun vadeli Rus siyasetinde önemli hedefler olduğu için, düşürülen uçak gibi etkenlere rağmen, Putin yedinci kere ziyarete geliyor. Putin, işin içine herhangi bir duygusallık katmadan, uzun vadeli hedeflerini çelikten iradeyle kovaladığı iddiasında bir siyasî önder. Batı’dan kopmuş bir Türkiye’nin varlığı onun için üzerine göz nuru dökülecek bir hedef. Bulunmaz fırsat.

“Batı”dan kopmuş Türkiye’nin varlığı yalnız Rusya değil, Türkiye içinde bir kesimin de tatlı rüyasıydı ve Erdoğan iktidarına kadar gerçekleşmesine pek ihtimal verilmeyen bir özlemdi. Bu özlem, “sol”a özgü bir “ütopya” gibi görülüyordu. Evet, bu “sol ütopya”, bugün, Tayyip Erdoğan eliyle gerçekleşme yoluna girdi.

Bugün İslâmcılar arasında bir kesim çizgilerinin geçmişine belirli bir ölçüde eleştirel bir bakışla bakar ve “anti-komünizm yaparken Amerikan ve Batı emperyalizmini gereği gibi anlamamıştık,” derler. Bu konuda gözlerinin açılmasında solun bir payı olduğunu kabul eder ve söylerler. 

Bu “sol”dan öğrenilme “emperyalizm”in iki kaynağı var. Biri, belki “sol Kemalizm” denecek bir çizgi. Bu, sonuçta kendisi “emperyal” olduğu için “anti-emperyalist”. İçeride faşizan-otoriter bir yönetim olması gereğine inanıyor. Otoriter bir kastın yönettiği, daha doğrusu güttüğü bir toplum olarak Türkiye yeniden güçlü olacak, dünyaya da şekil verecek. Yeryüzündeki bütün “Türkik”lerin bir araya gelmesi de bu projeye aykırı düşecek bir şey değil. Bu ideolojide etnisite kavramının yeri dinden daha önemli.

İkinci kaynak ise Marksizm olduğu ya da Marksizm’den geldiği iddiasında. Bunun belirtileri hep vardı, ama özellikle Sovyetler Birliği çökünce bir zamanın Marksist-Komünist kadrolarının (“politbürolar”ın v.b.) nasıl kolaylıkla milliyetçiliğe savrulduğunu gördük. Dünyanın birçok yerinde komünizmi bir “millî kalkınma”nın doğru yöntemi olarak kavrayanlar çıkmıştır. Örneğin, Çin Komünist Partisi şimdi ne yapıyor.

Bu kategoriye giren Marksistler’in “ demokrasi” diye bir sorunları yoktur. Onların zaten zorunlu gördükleri “Proletarya Diktatörlüğü”nün de başında kendileri oldukça bir sakıncası yoktur. Bu tür Marksistler’in “burjuva demokrasisi”nin antitezi olarak tanımlayacağı böyle bir diktatoryanın “ulusalcılar”ın faşizan-otoriter rejimiyle pek fazla çelişmeyeceği de baştan bellidir. 

Türkiye tarihinin şu aşamasında bu “ütopya” birdenbire gerçekleştirilebilir bir “proje”ye dönüştü. Oraya doğru bazı somut adımlar da atıldı. Kendini şu ya da bu şekilde “sol” ilân etmiş herhangi bir iktidarın kolay kolay cesaret edemeyeceği, edecek olursa da burnundan getirecek güçlerin eksik olmadığı Türkiye’de, AKP bu adımları attı. 

Demokrasiden kopuk bir sosyalizm olabileceğine inanmam. Beğenilmeyen “burjuva demokrasisi”ne ulaşmayı başaramamış bir toplumun bunun çok ilerisinde olması gereken bir “sosyalist demokrasi” kurabileceğineyse hiç inanmam. Bu tür hareketler, iktidarı ele geçirmeyi başarırlarsa, yukarıda söylediğim “otoriter millî kalkınma” rejiminden başka bir şey kuramazlar. Dolayısıyla hareketin başında kimin olduğu da çok önemli ya da belirleyici bir etken değildir. Belirleyici etken, girilen yolun kendisidir. Yol, kendine uygun kurumları yaratır ya da varolan kurumları kendine uydurur. Bu tür bir rejimin belirli bir süre sonra varacağı nokta bugün Kuzey Kore’nin geldiği noktadan pek farklı olmaz. Başındaki “Büyük Önder”in “Komünist” ya da “İslâmcı” olması da keyfiyeti uzun boylu değiştirmez.

AKP karşısında perçinlenir gibi duran (ve kendini bir şekilde “sol” olarak tanımlayan) cephede “emperyalizm” konuları çıkınca bazı dalgalanmalar olduğunu hissediyorum. Halk Partisi’nin Kürt sorunu karşısında AKP’ye meyletme tavırları da bu kategoriye giren davranışlardan. İkinci Dünya Savaşı öncesinde Türkiye Cumhuriyeti’nin aydın kadrolarının ağırlıklı kısmı “liberal demokrasi” düşmanlığında bir araya gelmişti. Recep Peker’le Yunus Nadi, Şükrü Kaya ile Mahmut Esat yan yana durabiliyor, hep birlikte Falih Rıfkı’nın Roma-Berlin-Moskova’sını okuyup feyz alabiliyorlardı. Bugün de çok farklı bir yerde olduğumuzu sanmıyorum.