Benim Kahramanım
Aksu Bora

“Bana kahramanını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim!” Kahramanlar her zaman aynı işe yaramıyor tabii, hayran olduklarımız, hiç beğenmesek de gözümüzü alamadıklarımız, ona benzemeye çalıştıklarımız… Yine de hepsi “kahraman” işte. Belli ki ortak bir şeyleri var. Hiç değilse bizim için.

Amargi Dergisi’nde öyle bir sayı yapmıştık: “Kahramanlarımız” diye. (link: http://www.amargidergi.com/yeni/?tag=sayi-35) “Bize kahramanınızı anlatın” dedik. Güzel, ilginç, acayip, öğretici, şaşırtıcı… yazılar gelmişti. Çoğu, annesini kahramanı olarak anlatan yazılardı. Kahramanlığı bir “an”a sıkıştırmayan, hayatı bir kahramanlık hikâyesi olan anneleri. Ki kahramanlığın göz alıcı bir âna, bir büyük harekete, bir yükselmeye bağlanması fazlasıyla erkeksi bir şeydir, dişil kahramanlık diye bir şey varsa, o kadar gösterişli değildir herhalde- ne bileyim işte, tarımı icat etmek türünden, zamana yayılmış kahramanlıklar! 

İnsanın annesini ne zaman kahraman olarak görebildiği üzerine epey konuştuğumuzu hatırlıyorum; feminizmin böyle bir görüşün oluşmasındaki etkisini falan… Bir annelik sayısı daha yapmalıydık herhalde bunun üzerine, ama ömrümüz yetmedi. Anne ne zaman insanı sinir eden, hiç anlamayan, durmadan kendi istediklerini dayatan biri olmaktan çıkıp da kahramana dönüşür? Ne olunca? Bütün o “kahramanım annemdir” yazıları bir tür telafi miydi? Annenin hakkını teslim etme ihtiyacı mı? Bir yerlerde bir takım feministler, bilinç yükseltme gruplarında bu mevzuları konuşuyorlardır belki.

Bir de roman kahramanları var. Hayatımızın çeşitli dönemlerinde bize eşlik etmiş, yol göstermiş, yoldan çıkarmış, vesile olmuş karakterler. O kadar ki, “Sonia Gurvich’le karşılaşmasaydım…” diye başlayan laflar edebilirsiniz pekâlâ!

Tıpkı annelerin kahramanlıkları gibi, roman kahramanlarının kahramanlıkları da o kadar “kişisel” değildir. Onlar da çağlarının ürünleridir. Ve tıpkı anneler gibi, onların kahramanlıkları da hep kişisel bir bileşen taşır. Öyle olmasaydı onlara “kahraman” diyemezdik, değil mi?

Tıpkı kadınların ne zaman annelerini kahraman olarak görmeye başladıklarını merak ettiğimiz gibi, farklı kuşakların ortak kahramanlarının kimler olduğunu, neden onlar olduğunu da merak edebiliriz. Ve tabii, bu kahramanların kadınlara neler söylediğini. Böylece, kuşak denilen şeyin nasıl oluştuğunu. Benim kuşağımdan kadınların çocukluklarında bir “Joe March dönemi” geçirmiş olmaları, onların nasıl kadınlar haline geldiklerinde önemli bir etki yapmamış mıdır mesela? 

Kahramanların da bizimle aynı çağın ürünü olduklarını bildiğimizde, onlara yine de kahraman gözüyle bakabilir miyiz? Diyelim Bridget Jones’a? Şapşallığı, vermek isteği kiloları, evlenmek için yanıp tutuşması, bütün sakarlıkların falan içinde bir yandan da hayatını sürdürebilmesi, çalışması… Okurlarının onda kendilerini buldukları, bu sebeple sevdikleri kahraman. 

“Kendi hikâyenin kahramanı ol” mottosu fena değil ama kahraman olmanın neye benzediğini biliyor muyuz ki? Gündelik hayatın gündelikliğine batmış bir kahraman insana ne söyler? Gündelik hikâyeleri hikâye, kahramanları da kahraman yapan, onları başka bir ışıkta görebilen göz değil midir? Johanna Parry’nin kahraman olması için onu Alice Munro’dan dinlememizin gerekmesi gibi?

Ancak sanatın yapabileceği gibi, hayatın üzerine hakikatin ışığı düştüğünde biz kahramanı seçebiliriz- çünkü “kendi hikâyesinin kahramanı” olunmaz, belki öznesi olunabilir.

Çocukluğumda, ilk gençliğimde ve bugün de beni etkilemiş, etkileyen kahramanları düşündüğümde, onları benim gözümde kahraman yapanın, üzerlerine düşen o ışık olduğunu fark ediyorum. Olanı görmekle yetinmeyip olabileceği de sezen, sezdiren o bakış. Hayatın, dünyanın, insanın imkânlarını. Çünkü dinlemeye değer hikâyeler bunlar; gerçekliğin içindeki o tohumlar. Mümkün olan. Gerçekle hakikat arasındaki fark gibi.

İnsanı kahraman yapan da bu sanırım: Bir tür cesaret. Gündeliğin dışına çıkabilme cesareti. Gündelikteki, kendisindeki “dış”a bakabilme, oraya doğru hareket edebilme. Ve evet, bu bazen zaman alır, bazen bir ömür.