Oedipus Karmaşası (VII): İnsan Natamam Olarak Doğar
Erdoğan Özmen

İnsanın en temel sorusudur bu: Başkasından yola çıkarak nasıl kendim olurum? İnsan ötekinden yola çıkarak kendi olur çünkü.

Ötekinden başlayarak çıkarım yola, dünyaya öteki sayesinde yerleşirim ve hep devam eder bu. Öteki, hayatımdaki sonsuz vaatlerin ve imkanların yeridir. Daima muhayyel bir öteki olarak kalacak olmasının, bu anlamda ne önemi vardır ki? İçimin derinliklerinde sezdiğim, kendi kısıtlı varoluşumu kat eden virtüel kapasiye, sonsuz yapma kudretine bir çağrı gibidir ötekinin varlığı. Daimi bir aşkınlık çağrısıdır bu, henüz burada olmayana duyduğum özlemi tetikleyip duran. İnsanın kendine duyduğu inanç ve ümit ötekinin armağanıdır demek ki. 

Lacan’ın psikanalitik teoriye ilk resmi ve önemli katkısı ayna evresi kavramıyla olmuştur. 1936 yılında toplanan Ondördüncü Uluslararası Psikanaliz kongresinde bir bildiri olarak sunulmuş ve daha sonra 1949 da yeniden yazılmıştır. Kavram, temel bir özdeşleşme deneyimini ve bu deneyim sayesinde egonun oluşumunu anlatır. Fransız psikolog Henri Wallon, insan yavrusunu en yakın akrabası olan şempanzeden ayırt eden ve “ayna testi” adını verdiği bir deney tarif eder (1931): Buna göre, on altı aylık çocuk aynı yaştaki şempanzeden aynadaki yansısı ile büyülenme ve onu sevinçle kendi imgesi olarak varsayma/üstlenme bakımından ayrılır. Şempanze ise sanki imgenin yanıltıcı olduğuna hükmederek kısa sürede ilgisini kaybeder.

Lacan ayna evresi kavramını bu deneyin ötesine taşır ve insani öznelliğin temel kurucu momenti olarak yeniden tarif eder. Orada, ilk kez altıncı-on sekizinci aylar arasında tecrübe edilen ancak aynı kuruculuk niteliğiyle öznelliği yapılandırmaya devam eden imgesel düzenin paradigmasını görür. “İçinde öznenin kendi imgesi tarafından mütemadiyen yakalandığı ve büyülendiği bir stadyumdur.”[1] Yine Evans’ın aynı yerde Lacan’dan aktardığına göre: “Ayna evresi iki yönlü değer atfettiğim bir fenomendir. İlk planda, çocuğun zihinsel gelişiminde tayin edici bir dönüm noktasına işaret eden tarihsel bir değere sahiptir. İkinci olarak da beden imgesiyle kurulan asli bir libidinal ilişkiyi örnekler.” 

Bu fenomene ilişkin kilit mesele insan yavrusunun tamamlanmadan, yetersiz olarak, vaktinden önce (prematür olarak) doğmuş olmasıdır. Bu yüzden uzun süre ve çaresizce hem ötekine (anneye) bağımlı kalmak hem de kendi bedenini tutarlı ve eşgüdümlü bir bütünlükten ziyade parçalı ve yetersiz olarak deneyimlemek zorundadır. Dahası, kendi bedenine ait ve gerilim kaynağı olan dürtüler (kısmi dürtüler) bile dışsal bir kaynaktan çıkıyormuş gibidir henüz. Onları ne düzenlemeye ve kontrol etmeye ne de kendi bedeninde konumlandırmaya muktedirdir. Ancak bir ayna vazifesi gören annenin tepkileri ve müdahaleleri sayesindedir ki bebek kendi deneyimine bir giriş ruhsatı/imkanı kazanabilir. Ona olduğu şeyin imgesini sağlayan ötekidir. Öteki, çocuğun iç dünyasında gerçekleştiğini varsaydığı/tahayyül ettiği şeyi aynalayarak, çocuk için zihinsel temsili mümkün kılar, bunun imkanını sunar. Kendini imge aracılığıyla tanıyan çocuk böylece, yani imgenin kurucu işlevi sayesinde parçalı ve dağınık bedenini bir birlik/bütünlük içinde bir araya getirebilir, kendi bedenini temsil edebilir hale gelir. Bu anlamda ayna evresi, insanın hemcinsleriyle özdeşleşme aracılığıyla kendini yaptığı/oluşturduğu ontolojik bir işlemdir. Ego kendi kimliğine, bir başka insanda yansıyarak, bir başka insanın aynalamasıyla, bu başka insan ona bir bütünlük ve tutarlılık imgesi sunduğu ölçüde ulaşabilir.   

Demek ki en baştan itibaren, yani ayna evresinden çok önce varolan natamam oluş hali, yetersiz ve eksik varoluş kendi anlamına tam da ayna evresi sayesinde, geriye dönük bir jestle kavuşabilir.  

Ayna evresinde gerçekleşen özdeşleşmeyi Oedipus karmaşasının başlangıcı olarak, daha sonraki özdeşleşmelerin ilk örneği olarak düşünmeliyiz şu halde. Memeden/sütten kesilmeyle Oedipus karmaşası arasındaki geçişi düzenleyen bir ara evre olarak. Aynı anda hem geçmişi anlamlandıran hem de insan yavrusunu ileriye doğru iten, cesaretlendiren bir özdeşleşme olarak. Çünkü onun kazandırdığı aydınlanma ve içgörü sayesinde, kendimi basit çizgisel zamanın dışında başka bir zamansallıkta arzulu bir varlık olarak yerleştirme imkanına kavuşurum. Şimdiki zamandaki varlığımı bölen, onun tam kalbine en asli niteliğini, gelecekte tamamlanmış olacak olma boyutunu işleyen bu dönüştürücü jestle birlikte geçmişimi, tarihimi de tekrar tekrar yeniden yazar, güncellerim. Geçmişim tarafından belirlenen edilgen bir varlık olmaktan çıkarak, arzulu oluşumla artık hem geçmişi hem de geleceği belirleyebilen bir kapasiteye kavuşurum. Kendime ilişkin hakikati arayacağım yer geçmiş değil gelecektir. Bu perspektifi kaybettiğim ölçüde depresyon ve ümitsizliğe düşerim. 

Verili ve sıradan gerçekliğimi aşarak, kendimi insanlaştırıcı bir dönüştürme pratiğinin öznesi yapmam işte bu imkan duygusu sayesindedir. İçimde dürtüp duran “Başka türlü bir şey mümkün” duygusu/inancı sayesinde.

Başka bir hayat, başka bir varoluş mümkündür.   

Demek tam da, insan natamam olarak dünyaya geldiği, ve o bünyevi kusuru bir üstünlüğe, bir armağana çevirebildiği, kendinde böylesi bir kapasite/yetenek sıçraması yaratabildiği içindir ki ruhuna kaydolmuş bu harikulade inanç ve ümit hiç silinmez.

Bazı zamanlar insanlığın kıyılarına çekilmiş olsa bile hiç eksilmeyecek ve solmayacak bir tutkulu bekleyiş, arzulu bir kamaşma halidir bu.

O yüzden, kötülük ve karanlığın en koyulaştığı zamanlarda, hatta asıl o zamanlarda birden meydanlara anneler babalar çıkıyor ve ‘anlaşılmaz’ bir inat ve kararlılıkla, tuhaf bir cesaretle “Çocuklarımın yüzüne bakacak bir yüzüm kalsın istedim” diyor ya… Ansızın bir şey olur içimizde. Omuzlarımıza çöküp belimizi büken o yaşamak ağrısını dindiren, içimizi hafiflik ve iyilik duygularıyla genişleten bir şey.
Bilinçdışının tekrar eden bir başarısızlık süreci olmasındandır bu. Bastırılmış, unutulmuş olan daima geri döner.

Bir filmden ya da kitaptan sonra da aynı şey olur. İyi filmlerin ve kitapların büyülü etkisi bu yüzdendir biraz da: Başka türlü bir şey mümkündür.   

Tam yeri gelmişken bir de, Pelin Esmer’in “İşe Yarar Bir Şey”[2] filmini anmak isterim. 



[1] D. Evans, An Introductory Dictionary of Lacanian Psychoanalysis, Routledge, 1997, s. 115.

[2] Yönetmen: Pelin Esmer, Senaryo: Pelin Esmer, Barış Bıçakçı, Oyuncular: Başak Köklükaya, Öykü Karayel, Yiğit Özşener.