Murat Özyaşar: Coğrafya ve Tarih Geriliminde Hikâye (I)
Derviş Aydın Akkoç

“Çiçek ki çiğniyorum ağzımda
Zifaftan ve yastan.”
(Cemal Süreya)

Murat Özyaşar, yazma edimi huzursuz bir zevkle mühürlenmiş bir yazar: Bekletilmiş, bekletilirken inanç testlerine –önce yazarının– sokulmuş, sancılı bir ruhsal süreç olarak yazmak. Murat Özyaşar’da yazmak erotik bir “açılma” hamlesi olduğu kadar, hatta ondan daha fazla mahrem bir “kapanma” hamlesidir. Açılma ve kapanma diyalektiğinde ibrenin çoğun kapanmadan yana bükülmesi, yazma edimine musallat olan huzursuzluğun başlıca nedeni. Bir başka ifadeyle, açılma ve kapanma hamleleri arasında ters orantı vardır: Kurulan her cümle, kurulmak istenen (taşı gediğine oturtması umulan) ama tam kurulamayan, orada bekleyen müstakbel cümlelerinin katsayısını artırır. Bu itibarla, açılmalara (dile gelmelere) nazaran kapanmalar (dile getiremeyişler, susmalar) daha yoğun ve şiddetlidir. 

Ne var ki, tam da bahis konusu huzursuz zevk, bir türlü yatışmayan o açılma kapanma seanslarıdır yazarı iğva eden, sözün menziline çeken. “Yazmaktan başka gidecek yeri olmadığını”[1] vaktinde değil, “çok sonra anlamış”tır. “Yeri” bulamamış da olabilir; düpedüz oyalanmış, geçiştirmiş de olabilir, fark etmez. Elbette sözün, daha doğrusu “hikâye”nin kotarılacağı uygun bir yere yerleşmek başlı başına ağrılı bir mesele. Sahtekârlık (yalan) ve samimiyet (hakikat) arasındaki sınırı kesinlikle “yer” temin edecektir. Bu tamam. Ama söz konusu yere “çok sonra” varma ya da “geç kalma” durumu, Özyaşar’da zamansal bir çarpılmanın yanı sıra, yazma hususunda koyu bir tedirginliğe, başlamakla vazgeçmek arasında gidip gelen bir kararsızlığa, garip bir yutkunma jestine neden olmuş gibidir: “çok sonra”da birikmiş, sızıp saçaklanan “olaylar” ve bu olayların henüz cisimleşmemiş anlamları... “Olaylar” kendilerini sadece ifade edecek değil, onları “taşıyabilecek” cümleleri de talep etmektedir yazardan. Yutkunma bu kritik eşikte vuku bulur. Meşakkatli bir mevzudur bu. Murat Özyaşar’da sarf edilen, bin sızıyla ancak meşrulaştırılan bir cümle, sonra gelecek olası cümleyi derhal töhmet altına alır: bir suç, bir kabahat, bir hata mı işleniyordur; işlenmiştir, yazmakla. Demek daha baştan bir kriz, bir nöbet geçirme halidir hikâye yazmak, anlatmak...

Murat Özyaşar’da dilsel gerilim, olay ve cümle arasındaki asimetrik ilişkiden beslenir. Cümleler olayları ve onların anlamlarını eksiltmez, eksiltemez; ancak kayıt altına alabilir. Eksilen olaylar değil, daha ziyade cümlelerden sorumlu fail olarak yazardır. Murat Özyaşar’ın metinlerinde kuvvetle seğiren onca “günahkarlık” hissi, “suçluluk” duygusu; “kara harf” sağanakları da olayları “sadece kayıt altına alma” potansiyeliyle ilgilidir. Öte yandan, kendi cümlelerini birer suç amblemi gibi, “topal” bacaklarının kımıldattığı gövdesinde taşıyan “hikâye-ler” büsbütün tamamlan(a)maz. Hikâyelerin ilk cümleleri (“ablam sözcük sözcük, diline tespih etmişti annemi” ya da “takvimlere bakarak kışın geldiği mi anlaşılır?”) iddialıdır, doludur, varlıklıdır; ama son cümleler (“iki taşın arasında ben” ya da “ikindiye doğru da salası okundu”) genellikle parıltıları çekilmiş, solup fukaralaşmış; düşen, hatta bazı kafa üstü yere çakılan cümlelerdir. Cümlelerin sırtına yüklenmiş olaylar daima daha fazla, daha çarpıcı ve baskındır. Kara bir yazgı olarak “çok sonra” da, hep yanı başındadır; hem yazarın hem de metinsel temsilin... 

Tanık olunmuş, yerine göre deneyimlenmiş, “içeriden” ama “kenardan” bakılmış “olayların” kapanması şöyle dursun, sürekli artış gösteriyor olması, yazarın kimi yeltendiği fakat metinlerin hiç oralı olmadığı tamamlanma arzusuna galebe çalar. Murat Özyaşar’ın hikâyelerinde tamamlanmışlık ya da bütünlük isteği: namütenahi yığılan, dayanıklı ya da çelimsiz de olsa kendi cümlelerini arayan, icabında çirkin de olsa bir suret edinmek isteyen ama ete kemiğe büründürülmesi hali zor olan “olaylar”dan ötürü imkânsızdır. Dinamik “bağlam”, cümleyi zora sokar, püskürtür. Ardı arkası kesilmeyen; tövbekâr konuşmalarla zonklayan susmalar arasında üreyip çoğalan yalnızca kendi başınalaşmış soyut anlamlar değildir, anlamlar da “bağlama” tabidir. “Olayların” istiflendiği bağlam: kırışmış bir coğrafya, buruşmuş bir atlas, uğultulu bilinmeyen bir dil, darmadağın bir halk, kalbura çevrilmiş bir tarih, gerçeklikle ilişkisi “ünite dergilerinde” sunulup gösterilenle “mevcut olan” arasında yarılıp sakatlanmış, “kahkahası” bile “yarım” bir özne ve bu özneyi kuşatan çatallı bir çifte ad: bakılan yere göre “Kürdistan” ya da bakılan bir başka yere göre “Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgeleri”... Her durumda gri, müphem ve yüklü bir “bölge”... 

***

Gürültü patırtıdan yana bereketli bir mekânda varlığını sürdürmeye çalışan bir özneye ışık tutar Özyaşar. 2008’de yayımlanan ilk kitabı –görece zayıf– Ayna Çarpması’nda hem yazarın yazma edimindeki sarsıntıları –ruhsal çatışmaları– hem de söz konusu öznenin belli başlı nitelikleri sahnelenir... Yedi yıllık bir aradan sonra, 2015’te yayımlanan daha idmanlı Sarı Kahkaha’ya varmak üzere, ama önce estetik-politik problemlerin nüvelerinin atıldığı Ayna Çarpması ile devam etmeye çalışacağım... 



[1] Murat Özyaşar, Ayna Çarpması, “Sus Dersleri”, İstanbul: Doğan Kitap, 2017 (6. Baskı), s. 74.