Jeopolitik Aklın Kör Noktası
Orhan Koçak

Sosyal bilimlerde her disiplin kendini bir “şey”in görünmez kılınmasıyla kurar; kendi bilimselliğini, kesinliğini, o şeyi denklem-dışı bırakarak, unutarak, silerek, bastırarak elde eder. Denklemler, formüller, teoremler, tahminler hep bu unutma/bastırma zemini üzerinde işlerlik kazanır. Sosyal bilimin doğum evresinde, ekonomi-politik disiplininde, bu kaybedişi ilk kez Marx saptamıştı: Ekonomi-politik, diyordu, tarihsel ve radikal olanı bile, ancak eş-değerlerin mübadelesini veri alarak iş görebilir; arz-talep yasaları bu denklemle çalışır. Ama işte tam da bu denklem içinde üretilip de denkleme dahil edilmeyen bir “kayıp şey” vardır, bir fazla-eksik: artı-değer. Onu unuttuğunuz zaman ortaya tam-teşekküllü bir bilimsel disiplin çıkar: ekonomi-politik. (Marx’ınki ekonomi-politik değildi, ekonomi-politiğin eleştirisiydi: bilimin skandalının fâş edilmesi.) Hemen sonra ortaya bazı piç-disiplinler çıktı. Sosyolojinin bir misyonu vardı: âşikar toplumsal uyumsuzluk ve çatışmanın, idare edilmesine izin verecek şekilde tanımlanması, kodlanması. Onun neyi unutarak, bastırarak kendini kurduğu konusunda Marx’ınkine denk bir çalışma yapılmamıştır – belki, René Girard’ı izleyerek, “kolektif suç” diyebiliriz bu yitik olguya: kendisi tarih-öncesi olmakla birlikte, tarihi, “toplumsal ilişkileri” ve aslında toplumu (sürüden farklı olarak) başlatan bir ilk toplu mendeburluk: bize çeşitli “kurban”, “adak”, “günah keçisi” mekanizmaları ve süregiden linç pratikleri olarak kalan bir sosyal davranış kalıbı (namustan önce namussuzluk vardı: ikincisi retroaktif bir hamleyle ilkini tanımladı). Sonra, on dokuzuncu yüzyıl sonlarında psikoloji geliyor, yine son derece nesebi gayri sahih bir bilgi tarzı: tababetten, hatta en eskisinden aldıkları var (“kara safra” filan), ama ekonomi-politikten sosyolojiden ve felsefeden de besleniyor: çünkü veri aldığı zemin tüketici davranışıdır, seçmen davranışı, bildiğiniz kamuoyu araştırmaları. Orada unutulan, bastırılan şeyi de Freud adlandırmıştı: artık onunla birlikte bizim de “bastırma” dediğimiz şeyin kendisidir bu: yalan, proton pseudon, bilinçdışı. Rüyanın da ancak işleyerek, çarpıtarak içeri alabildiği.

Çocukları sadece bu bölümlere göndermiyoruz şüphesiz. Bir de “uluslararası ilişkiler” var, teorik diplomasi disiplini. Bugün her yerde bulunan “siyaset ilminden” ürediği sanılır, ama aslında daha köklüdür: dünyanın çeşitli “mülkiyeleri” sadece idare teknikleri (nahiye müdürlüğü veya valilik) öğretirken, Britanya ile Rusya veya Almanya arasındaki “Büyük Oyun” çoktan başlamıştı ve gözünü budaktan sakınmayan analizcileri vardı. Mackinder’ın görüşleri sonradan tedrisata da girdi. Alman yazarlar da var o dönemde, şimdi ABD Westpoint Askerî Akademisi’nde veya Rusya’da “Avrasyacı” akademik çevreler içinde daha felsefi, daha Heideggerci veya Carl Schmitt’çi temsilcileri. Peki diplomaside kaybedilen nedir, uluslararası ilişkiler teorisi neyi gizlemek, görünmez kılmak pahasına kendini bir tahlil aracı olarak ortaya sürebilmektedir? Bunu, felsefi özenmeler açısından epeyce daha alçakgönüllü olan bizim dış politika yazarlarımızdan izleyelim. Daha kolay oluyor. Oluyor.

***

Burada dosdoğru “Kürt meselesiyle” karşılaşacağız. Diplomatik literatüre şöyle giriyor: “vekil güçler.” İşte Ceyda Karan, Cumhuriyet gazetesinin dış olaylar yazarı: “Amerikalıların Rusya Federasyonu’nun sunduğu ‘yenilgisiz çıkış’ fırsatları yerine, kendi vekil güçleri Kürtler ve Arap aşiretleri üzerinden yaptıkları hamleler ortada” (17/11/17). Buradan devam edelim, aynı gazetenin bir başka yazarı Orhan Bursalı’ya veya Mine Kırıkkanat’a veya şuna buna gitmeye gerek yok. Hatta “iyi niyetli” Aslı Aydıntaşbaş’a. Ceyda Karan, bir yıl kadar önce, Işid’in El Bab’da Rus ve Suriye kuvvetleri tarafından göçertilmesi üzerine şöyle yazıyordu: “Önce Kürtlerin haline bakalım… Daha geçen Ağustos’ta Arap nüfusun ağırlıkta [?] olduğu Haseke merkezinden Suriye ordusu sökülüp atıldığında pek sevinmiş olan Kürtler, şimdi bu gelişten [Suriye birliklerinin gelişinden] memnun” (1/3/17). Ya da: “Suriye savaşında dünyayı ayağa kaldıranlar, SDG’nin Rakka’da yarattığı devasa yıkımı umursamıyor […] Öyle görünüyor ki Şam’da rejimi değiştiremeyen Washington, Suriye-Irak hattında tampon bölge yaratmaya soyunuyor. Vekil gücü YPG” (25/10/17). Geçmeyecek, iyileşmeyecektir bu kilitlenme. Ceyda Karan sahiden biliyor mudur, SDG’nin Rakka’da yaptığı tahribatla Rus ve Suriye uçaklarının bombardımanlarından Guta veya çevresinde ölenlerin mukayesesini? Biliyorsa bile bize bilgi vermiyor. İş ölü sayısını karşılaştırmaya geldiyse eğer, bizim Genel Kurmayımızın verdiği bilgiye ne diyoruz: biz onlardan 1200 civarında öldürdük, bizim kaybımızsa sadece seksen?

Cumhuriyet’in dış politika köşelerinde açığa çıkan niyet ya da duygu (Çiğdem Toker’i “tenzih” ederim, sanıyorum böyle deniyordu, ya da “söz meclisten dışarı”) bizim epeyce yerli ve milli solumuza da sirayet etmiş görünüyor (ama belki asıl kaynak da orasıdır). İşte Birgün gazetesinde Oğuz Oyan, eski TİP ile CHP arasındaki bağlantı halkalarından biri: “AKP iktidarı, PYD’nin bu denli güçlenmesi ve ABD desteğini arkasına alarak fırsatçı bir biçimde yayılmasından birinci derecede [?] sorumludur. 2011-13 döneminde PYD lideri Salih Müslim için Ankara adeta komşu kapısıydı” (24/1/18). İşte böyle, solun, sosyal demokrasinin AKP’ye soldan sağ muhalefet yapması. Kardeşler, bunları yapıyorsunuz, insanın gözünün içine baka baka – ama dışardan görülüyor! Görülüyorsunuz!

Benimse tam anlayamadığım şey, kendine “Kürt özgürlük hareketi” diyen bir oluşumun hâlâ oralarda bir iyi geçinme imkânı araması, arar gibi yapmasıdır. Bkz., şu anda bu dilin en iyi “köşe yazarı” olan M. Ender Öndeş’in Özgürlükçü Demokrasi gazetesindeki haftada bir denemeleri. (Şairdir. Di.) Ama belki de bu memlekette yaşayınca öyle olmak gerek. Çok kötü de geçinmemek gerek. Herkese biraz Akif Kurtuluş, biraz Tanıl Bora. Ölçülü olmak koşuluyla.

***

Tam anlatamamış olabilirim, jeo-politik, jeo-stratejik disiplinin veya diplomasinin ne pahasına, neyi “yok” kılarak kurulduğunu. Mendeburluk “vekil güçler” terimiyle dahil oluyor denkleme. Artık olaya “bastırma”, “silme”, “unutma” filan da diyemiyoruz, çünkü herkes neyi “unuttuğunu”, neyi dışta bıraktığını pek iyi biliyor. Nasıl iyi geçineceğini. 

Diplomatik teori, uluslararası ilişkiler, devletlerarası ilişkiler, tam da odur: henüz orada “devlet” olarak, resmî “ulus” olarak tanımlanmamış herhangi bir topluluğun, herhangi bir halkın varolma ve tanınma mücadelesi, kaç on yıldır, kaç elli yıldır devam ediyor olursa olsun, gelip “vekil güç” diye diplomatik bir kavram içinde boğulur. Ama kardeşler, yoldaşlar filan, sahiden, yaptığınız şey dışardan görülüyor. Çocuklarınıza, torunlarınıza nasıl anlatacaksınız.