Mahir Ergun: Düş, Gerçeklik, Çürüme (II)
Derviş Aydın Akkoç

Mahir Ergun’un anlatısında helezonlar çizerek birbirlerine dokunup bağlanan açılış cümleleri ve bu cümlelerdeki kimi kilit sözcük ve imgeler, yanlarına “çocukluk”, “büyüme”, “düş”, “gerçeklik” gibi kelime takımlarını da alarak, bununla birlikte, araya zamandan daha haşmetli, tanrısal bir varlık olarak “deniz”, kıştan daha kavurucu olan “tuz” gibi motiflerin de sokulmasıyla yeni boyutlar edinir. Bu yük alma ve boşaltma süreçleri de ütopik dürtü ile karşı-ütopya arasındaki gerilimin ritmini tayin eder... 

Yıpratıcı zaman öncelikle karadakileri bağlar. Öte yandan, sırtlarını karalara, demek kentlere vermiş, fetihçi eril genişleme duygularıyla hareket edenlerin varoluşuyla denizin dişil varoluşunun kesiştiği yerde, her yandan sularla çevrili “ada”larda hayat sürdürenler de vardır. Mahir Ergun anlatısının odağında ada bulunur:


“Tuzlu suyun yüzeyine uzanmış bir kara parçasında yaşayan için her şey çok başkadır. Dört yanı denizdir onun. Denizle karşılaşması hiçbir zaman uzun bir yürüyüşten sonra olmaz. Ve her nereden bakarsa baksın, bir seferde yalnızca tek bir yönünü görebileceği denizin kendisini her yönden izlediğini bilir. Onun sırtı ne vakur dağlara ne de kadim şehirlere dayalıdır. O, göğsünü de sırtını da denize verecektir.”[1]

Adalı özne deniz tarafından her yönden görülebilir, “çıplak” ve deniz karşısında bir o kadar da savunmasız durumdadır. Arada kalmış hissi uyandırırlar. Denizlere açılmak kadar tantanalı kentlerde kaybolmak, hikâyelere boğulmak da istemez; “bir gemiye atlayıp gitme” arzusu duymazlar. Bu türden köpüren tutkular denizin yarattığı “serin sonsuzluk” hissinde kaybolmuş, körelmiştir sanki. Ayrıca deniz motifi, Mahir Ergun’da zaman ve ölüm mefhumlarını kapsar ve aşar:

“Denizden kaçış yoktur. Denizde doğup büyüyen, denizde ölecektir. Deniz, onun hem yaşamı hem düşleri hem zindanı hem de mezarıdır. İşte bu yüzden burada zaman işlemez. Gri bir rıhtımdan farksızdır. Akıp giden zaman değil, tuzlu sudur. Zaman seyircidir burada. Burada insan tüm yaşamını, geçmişini, geleceğini ve sonunu, sisli bir deniz aynasında, tek bir anın içinde görebilir. Burada insan, unutulmuşluğunu ve yabanıllığını tuzlu suda duyumsar. (s. 13)”

Bir mekân olarak “ada” durgundur, burada zamanın işleyişi daha az sarsıcıdır ama belli bir noktadan sonra bu durgunluk hissi de bir bitkisel yaşam formuna dönüşür. “Ada” varılması hedeflenen ütopik bir yaşam alanı değildir Mahir Ergun’da. Anlatının yılların geçişini idrak edemeyen karakteri de bunun farkındadır. Körelmiş gitme tutkusu, başka diyarlara açılma isteği hafızanın küçük dokunuşlarıyla kımıldar. Rıhtımdaki birkaç çocuk tesadüfen bir fotoğraf görmüşlerdir bir oyuncağın “göz deliğinden”: içinde ıhlamur ağaçlarının arasından pırıltılarla akan bir nehir vardır bu fotoğrafta. Bu imgeler hareket etme isteğini tetikler. “Elektrik yağmurları”, “yunus sürülerinin içli çığlıkları”yla denizin güçlü varlığına rağmen adadaki monoton varoluşa bu fotoğrafla birlikte düşsel bir arzu eklenmiştir: çocukluk düşünden süzülen bir arzu. Düş, varoluşa anlam katar. Ama düşlerin düşmanı olarak gerçeklik de hep oradadır. Fantastik ırmak giderek bulanıklaşır, “eller büyümeye” başlar, katı gerçeklik düşleri soldurur, düşlerin tozları, tortuları kalır geriye:

“İnsan, tersten metamorfoz geçiren bir kelebek gibidir. Geliştikçe kanatlarını yitirir, yüreği korkuyla dolar, yılgınlık salgılayan bir tırtıla dönüşerek endişeyle ördüğü kozasına bürünür ve çürümeyi bekler. Özellikle eğer ortada mağlup edilmesi zor bir kuvvet varsa. İnsanın bu tersten metamorfozuna gerçekleri kabul etmek deniyor. (s.14)”

Tıpkı zaman, tanrı yahut deniz gibi “gelişme-büyüme” de karşı konulamaz bir gerçekliktir aslında. Gerçekliğin bedensel duyumsanışı (ellerin büyümesi) çürümeye tekabül eder. Çocukluk düşlerinin ufalanıp gerçekliğin katılaşması, bedensel ve zihinsel içe çöküş süreci karşı-ütopya olarak ölümün zaferi anlamına gelir. Fotoğrafları gören çocuğa, ıhlamur ağaçlarına ve ırmağa, zamanın rıhtımına “şüphe” düşer: “o çocuklar var mıydı gerçekten?” İtirazsız bir kabulleniş. Fakat Mahir Ergun bu zafere karşı, “Zamanın Kuytusunda” bölümünün sonuna gelindiğinde başka bir hamlede bulunur, düş tozlarına tutunarak: “Farklı meşgalelerim vardı artık. Yazı yazmaya merak salmıştım.”

***

Athanatos’un ikinci (“Görüş”) ve üçüncü bölümleri (“Athanatos”) büyüdükçe düşlerinden olmuş, bu melankolik açığı kapatmak, gerçeklikle boğuşmak ve ütopik dürtüye soluk vermek için yazı yazma uğraşına meyleden bir yazar-karakter öznenin ilk bölüme göre daha soluk ve parıltısız anlatımıyla yol alıyor... Sonraki iki bölüm ilk bölüme nazaran daha zayıf. İlk bölümdeki o bükülen, genişleyen, ürkek ama idmanlı cümleler kısalıp darlaşıyor. İddia geri çekiliyor, gerçeklik egemen oldukça “yılgınlık salgılanıyor” cümle çatma süreçlerinde. Sonraki bölümlerde hikâyenin kurtarıcılığına yaslanarak, mizah öne çıkarılarak, metne aşırı dozda tarihsel bilgi istifleyerek, esas itibariyle kurmacanın sırtına yükleniliyor estetik-politik hareket.

***

Üç bölüm kendi içlerinde birbirlerine göndermede bulunarak tamamlanıyor, ama sanki üç bölümde üç ayrı türde yazar ve metin var... İnsafsızlık etmek istemem, kalemi hayli kuvvetli bir yazar Mahir Ergun, ama henüz tercihinde netleşmiş değil gibi. İyi bir şey bu da. Öte yandan, bir huzursuzluk da sezilmiyor değil sonraki bölümlerde: Yazar unutmak istese bile metin unutmuyor, metnin de kendi hafızası, hatırlatma dinamikleri var. İlk bölümde kurulan dolu cümleler ve kıvrak anlatım sonraki bölümlere de dadanıyor... Metinsel sağ kalma mücadelesinde bizatihi yazarın kendisinin yarattığı bir engel, bir çıta yüksekliği olarak “Zamanın Kuytusu”nda adlı parça orada durmaktadır, bir sütun gibi... Bu sütuna rağmen ne türden iyi işlerin geleceğini de “gri bir rıhtım” olarak zaman gösterecek...

[1] Mahir Ergun, Athanatos, İstanbul: Belge Yayınları, 2017, s. 11.