Oedipus Karmaşası (XIII): Psikanalizin Oedipalizasyonu
Erdoğan Özmen

Freud’un psikanalizi oedipal bir çerçeveye yerleştirmesinden, psikanalizi oedipal anlatıya sıkıca dikmesinden/eklemlemesinden ve bunun bir geçmişi olduğundan söz ediyorduk. Oedipus karmaşasının adıyla ve dört başı mamur olarak değil ama bir fikir olarak ilk kez ortaya çıktığı 1897 yılının öncesinde de nihai bir açıklayıcı ilke (Arşimetçi bir nokta) arayışı içinde olagelmiş olan Freud, nevrotiklerin çocuklukta maruz kalıp sonra bastırmış olduklarını sandığı cinsel istismarları nevrozun nedeni olarak görür. Nevrotiğin öyküsünün gerçek yaşamdaki bir baştan çıkarmaya -yani çocukluktaki travmatik cinsel deneyimlere- dek geri götürülebildiğinde, gerçekliğe yapılan bu kaba başvuru sayesinde açıklayıcı-analitik sorgulamanın durdurabileceğini, bunun her şeyi açıklayan nihai durak olacağını düşünür. Daha sonra, zihnin daima aktif olduğunu, özellikle de ruhsal işleyişte fantezilerin (arzulayan bir varlık olarak arzumuzun koordinatlarını belirleyen ve dayanağını sağlayan fantezinin) önemini fark ederek baştan çıkarma (seduction) kuramını terk eder: 

“Freud baştan çıkarma kuramını terk ederken çocukların sık sık baştan çıkarıldıkları veya taciz edildikleri yolundaki görüşünü terk etmemişti, bu tür bir baştan çıkarmanın ciddi psikolojik zararlara yol açabileceği kuramını da terk etmiş değildi. Terk ettiği (en azından kendi bilinçli anlayışına göre) şey bunun nevrozun nedenselliğinde her zaman ve her yerde varolduğu fikriydi. Bununla birlikte daha derindeki fikir, zihnin daima aktif olduğunun fark edilmesidir. Özellikle de, fantezilerin yaratılmasında daima aktiftir. Bu yüzden, gerçek yaşamda düpedüz bir baştan çıkarma söz konusu olsa bile, sorulması gereken bir soru daha vardır: Zihin bununla ne yaptı? Zihnin baştan çıkarılma fantezileri yaratmakta aktif olduğunun fark edilmesi, gerçekliğe yapılan kaba bir başvuru sayesinde ulaşılabilecek Arşimetçi bir noktanın, herşeyi açıklayan bir son noktanın var olmadığının itiraf edilmesi açısından çok önemlidir.”[1]

Burada yine de bir ihtiyat aralığı bırakalım. Freud, Öteki’nin dürtüsünün neden olduğu dışsal/gerçek bir travmayı (cinsel istismar, ensest, baştan çıkarma) nevroza yol açan etyolojik nüve olarak gördüğü dönemi kapatırken, bunu farklı bir travma kavramı geliştirerek ve vurguda bir kaydırma gerçekleştirerek yapar. Artık travmanın gerçek ya da hayali/düşlemlenmiş olmasından ziyade, dil-dışı oluşu, söze dökülemez özelliği öne çıkmaya başlar. Bir de, dışsal/içsel ayrımına yüz verilmeyerek demek ki (bir enerji ya da uyarım yoğunluğunun, bir aşırılığın dışarıdan zihne/egoya çarpması anlayışı terk edilerek), egonun yapısında bir çatlak olarak anlaşılan bir travma kavramı söz konusudur artık. Herhangi bir duyum, uyarılma, algı ya da yaşantının egonun üstesinden gelemeyeceği bir ölçekte, bir ego başarısızlığı olarak, demek “çok fazla” olarak deneyimlenmesidir bu. Bu anlamda travmadan zarar görmeyecek ego diye bir şey yoktur ve öznenin dürtü ile, dürtüsel uyarım ile karşılaşması evrensel travmadır. Öznelliğin kurucu uğrağıdır travma. Daha sonra aynı yapısal dile/söze-dökülemez özelliğin, yani tanınması imkansız şeyin, rüyaların tam merkezinde de yer aldığını (dolayısıyla analiz edilemez olduğunu) söyleyecektir. Nitekim bunun (söylenemez olan şeyin), konuşarak gerçekleştirilen psikoterapilerin/psikanalizin de sınırına işaret ettiğini, orada da nihai sözün asla söylenemeyeceğini itiraf edecektir. O sınırı, aynı ödipal bağlama sadık kalarak “kastrasyon kayası” olarak adlandırır.

Oedipus karmaşasının merceğinden okunması gereken bir bilinçdışı vardır artık karşımızda. Bu kadim anlatı/mit bütün toplumsal ve kültürel söylemsel formasyonlarda mevcut olan, dahası toplumun ve kültürün kurucu/örgütleyici ilkesi ve evrensel bir hikaye olarak yeniden -deyim yerindeyse- vaftiz edilir.

***

Psikoterapiyi/psikanalizi bir tür hikaye anlatıcılığı, hikayeleştirme pratiği, yeni ve bütünlüklü bir hayat hikayesi yazmak, hayat hikayesindeki boşlukları tamamlamak olarak gören günümüz sığ anlayışlarının meşruiyet ve gerekçesini de ödipal anlatı sağlıyor belki.

Gerçi hemen her düzeyde anlatı/hikaye ilgisinde tuhaf bir artışla karşı karşıya değil miyiz bugün? Her şey derhal bir anlatıya dönüştürülüyor, tarih ve toplum saf anlatıdan ibaret sayılıyor artık. Kişisel anlatılara, tanıklıklıklara saplantılı bir merak duyuyoruz nicedir. Piyasaları/ekonomileri bile hikayesiz yapamayan varlıklar gibi algılamamız bekleniyor. Gerçek çelişkiler/antagonizmalar, yapısal olarak uzlaşması mümkün olmayan farklı maddi çıkarlar, sınıflar, sermayenin vahşi hareketi, sömürü/tahakküm ilişki ve mekanizmaları, açık denizlerde boğularak can veren göçmen çocuklar, savaşlarda evsiz, ana-babasız kalan çocuklar, korkunç petrol ve silah sirketleri, kahredici bir çaresizlikle yokluğun/yoksulluğun/yoksunluğun binbir çeşidini pratik eden milyarlarca insan (birkaç yüz kişinin servetinin milyarlarca insanın servetini katladığını bildiren o istatistik rakamlarını bilmeyen yok artık) cılız bir sözün konusu çoktandır. Kapitalizmin çöle ve cehenneme çevirdiği bir dünya için, sıradan tüketici bireyde (demek her birimizde) anlık bir baş dönmesi ve göz kamaşması yaratmak üzere üretilen her ürünün gerisindeki her şeyi kuruttuğu meta düzeni/toplumu için söylenmesi gereken her sözden mahrumuz artık. İşte bunları birbirine eklemleyecek, yerine yerleştirecek ve temsil edecek, insanlığa istikametini gösterecek asıl anlatı gücünü kaybettiği için değil midir tüm melanet, bizim bunaltıcı dilsizliğimiz? Komünizm fikrinden söz ediyorum. Çünkü, insanlığın en derin özlemi ve arzusu yeryüzünde hep birlikte ikamet etmek, sınırsız ve engelsiz bir dayanışma, kardeşlik ve işbirliği toplumu kurmak, yüce eşitlik ve özgürlük ideallerine hep daha çok yaklaşmaksa eğer, insan olmaklığımızın en derin katmanında o arzu varsa, en temel yarık/çekişme/zıtlık daima komünizmle kapitalizm arasındadır. Görünürdeki tüm uygunsuz, ilgisiz alçalma ve kabarmalar bizi yanıltmasın. En dipteki akıntıyı, en temel cereyanı, kökensel bölünmeyi ete kemiğe büründürecek sözdür eksik olan. İyilikle kötülük arasındaki kavgaya asıl anlamını iade edecek söz… Komünizmin sözü.

***

Freudçu Oedipus karmaşası esasen bir baba karmaşasıdır. Çocuğun (kastedilen esasen erkek çocuktur, kız çocuğundan nadiren ve de gönülsüzce söz edilir) ensestiyöz arzusunu yasaklamak üzere anne ile çocuk arasında duran/dikilen -kastrasyon tehdidinin faili- güçlü, tehditkar, ödipal babanın hikayesidir. Psikanaliz tarihindeki bir kırılmayı da bu vesileyle anmış olalım: Freud’un ilgisi esasen babaya yönelik olmuş, annenin önemi ve işlevine ancak 1930’lardan sonra eğilmeye başlamıştır. Daha sonraki “Nesne-İlişkileri”, “Bağlanma” kuramı filan da bu sefer çubuğu ters tarafa bükmüş ve esasen Oedipus-öncesi (pre-Oedipal) dönemi ve anne-çocuk ilişkilerini daha çok vurgular olmuştur.

Ancak Freud için işler yolunda gitmez. Klinik gerçeklik/olgusal durum ile teori arasında sebat eden bir uyumsuzluk vardır:

“Psikanalizin babası hiç kuşkusuz babalığın önemini o zamana kadar akla hayale gelmemiş bir düzeye yükselten bu adamdır. Bunda yeni bir şey yok; dini bir bağlamda da olsa bu daha önceden yapılmıştı. Burada yeni olan şey ise liberal, dindar olmayan bir Yahudi’nin bu geleneksel dini görüşü bilimsel bir bakış açısından teyit etmesidir. Dinle kurulan benzerlik daha da ilerilere gitmektedir: takipçilerinden annenin pozisyonuna ayrıcalık tanımaya çalışanlara, ortodoks analitik kiliseden yasak gelmiştir. Annelere ve kadınlara yer yoktur.
Hem vaka öykülerinde hem de genel olarak teorik çalışmalarında, Freud baştan sona gerçek babaya vurgu yapmaktadır. Bununla birlikte, klinik pratiğindeki gerçek babalar ve oidipal teorisinde betimlediği baba rolü arasında çarpıcı bir fark vardır. Klasik vaka çalışmalarında, karısının servetiyle yaşayan bir babayla tanışırız, ikincisi tam bir depresyon durumu içinde bir akıl hastanesinden diğerine seyahet eder, üçüncüsü karısı tarafından büsbütün baskılanmış vaziyettedir ve dördüncüsü de hasta olmasına rağmen kızını metresinin kocasına sunabilme yetisindedir (sırasıyla Fare Adam’ın, Kurt Adam’ın, Küçük Hans’ın ve Dora’nın babaları). Klinik çalışmalarındaki gerçek babaların devirlerinin geçmiş olması ve ayrıca tamamıyla yetersiz olmaları olgusu, Freud’u korkulan, kastrasyon tehdidi ciddiye alınması gereken tehditkar bir karakter olarak oidipal baba fikrini geliştirmekten alıkoymaz.”[2]

Kendi klinik pratiğindeki bu müşkülat karşısında tuhaf bir tutum benimser Freud. Uygun teorik değişiklikleri yapmak, teorik bir revizyona girişmek yerine (revizyonist olarak damgalanmamak için belki de!) teoriye daha da sıkı yapışır. Klinik gerçeklik ile teorisi arasındaki yarığı gidermek amacıyla ilk baba (primal father) mitini icat eder. “Totem ve Tabu”nun ilk baba miti, hem ayrıntılı bir Oedipus karmaşası mitinden başka bir şey değildir hem de kökenlere yapılan atıfla Oedipus karmaşasının sağlam bir biçimde temellendirilmesi girişimini temsil eder. Böylece karmaşanın her türlü aktüel/klinik olgunun ötesindeki gerçek bilgisi insanlık tarihinin ilk anında kayıt altına alınmış olur.
[1] J. Lear, Mutluluk, Ölüm ve Yaşamın Artakalanı, Çev. Banu Büyükkal, Metis, 2006, s. 30.

[2] P. Verhaeghe, “Baba İşlevinin Çökmesi ve Bunun Toplumsal Cinsiyet Rolleri Üzerindeki Etkisi”, Çev. Özgür Öğütcen, Suret Dergisi 2, 2013, s. 201-224