Kozmopolitizm ve Enternasyonalizm (II)
Orhan Koçak

Enternasyonalizm ile kozmopolitizm terimlerini üst üste koyup örtüşmenin dışına kaçan fazlalıklara bakacaktık. Ama tartışmanın güncel çengelini tanımlamadan ilerlemenin pek yararı olmaz. Marx’ın kurduğu karşıtlık –daha sonra hiçbir zaman onun kadar açıkça adlandırılmaksızın– 1949’da Komintern’in lağvedilmesiyle uykuya yatmış gibiydi, büyük kamplaşmanın iki tarafında da. Kendine kamplar-arası (veya -üstü) bir düşünme alanı açmaya çalışmış Hannah Arendt gibi bir yazarın metinlerinde de evrenselliğin veya dünyasallığın içsel gerilimine, “sınıfsal” yarılmasına ilişkin bir tartışma bulamayız. Birleşmiş Milletler o günün dünyası için yeterli bir enternasyonal kurumlaşmaydı ve bütün ulus-devletlerin orada hükümran siyasal varlıklar olarak temsil edildiği varsayılıyordu. Uluslararası ilişkiler alanında Soğuk Savaş’la pekişen bir denge durumuydu bu. Denge sadece kamplar arasında değildi: ulusal egemenlik fikriyle enternasyonalizm ilkesi[1] arasında da bir uyum sağlanmıştı. Bunu mümkün kılan da kozmopolitizm fikrinin unutulmasıydı: o terim denklemden çıkarıldığında, öbür iki terimin (nasyonal ve enternasyonal) iyi geçinmesinin önünde bir engel kalmıyordu.   

SSCB’nin çökmesi ve ardından Birinci ve İkinci “Körfez Savaşlarıyla” birlikte bu dengenin bir daha onarılamayacak ölçüde bozulmuş olduğu görülecekti. Birbirini dengeleyen kampların yerini, saldırıya geçenlerle savunmaya çekilenlerden oluşan bir karşıtlık manzarası almıştı. Bu koşullarda enternasyonalizm teriminin de savunan tarafın kavramsal cephaneliğinden saldıran tarafınkine göç edişini izledik: bir yanda “liberal enternasyonalistler” ve “enternasyonalist müdahaleciler” vardı, karşıda da emperyalist müdahaleye ancak hükümranlık ve ulusal bağımsızlık teziyle itiraz edebilen irili ufaklı mazlum/zalim devletler.

Şüphesiz “enternasyonalist” cephe yekpare değildi. Bu terimi sadece dış müdahalenin hüsnütabiri olarak kullanan sinikler kadar, ulusal veya yerel birimler arasında eşitlik, dayanışma ve karşılıklı “geçişim” ilkesine dayalı bir “post-nasyonal” projeye içtenlikle inanmış olanlar da 90’lı yılların başından itibaren kendilerini hararetli bir tartışma ortamı içinde buldular. Büyük ölçüde Avrupa Birliği’nin sunduğu modelden (o modelin imkânlarından ve çelişkilerinden) çıkış yapan bu ikinci yaklaşımın da farklı, hatta birbiriyle çekişen temsilcileri vardı: AB’nin ve bir ulus-sonrası tasavvurun daha çok imkânlarına ve kolaylıklarına odaklanan Jurgen Habermas ile aynı şeylerin daha çok çelişkilerine ve zorluklarına odaklanan Etienne Balibar.   

Bunun geçici bir an olduğunu anlıyoruz bugün: 1990’larla, büyük ölçüde ABD’de Clinton dönemiyle sınırlı bir tasarımdı. Müdahalecilik 21. yüzyılın hemen başında daha çıplaklaşırken işin “enternasyonalist” boyutu en azından devletler tarafından pek telaffuz edilmez oldu: Irak işgali, BM çerçevesi dışında, bir “gönüllüler koalisyonu” ile yapılacaktı. – Ya kozmopolitizm, Kant’ın çekingen sunuşundan sonra iki yüzyıl boyunca ortalıktan çekilerek öbür iki terimin (ulus ve uluslararası) görece sorunsuz bir evlilik yaşamasını sağlayan bu “ütopik” fikir, o ne yapıyordu bütün bu keşmekeş içinde? Nasyonal ile enternasyonalin birbirinden uzaklaşması ona yeni bir hareket alanı açabilecek miydi?   

Benim izleyebildiğim kadarıyla, 80’li yıllardan itibaren Habermas’ın yazılarında “çağın gereklerine” uyarlanmış bir dünyasallık fikri sistematik olarak ve güvenli bir teorik ısrarla geliştirilmiştir. Ama Habermas bir Arendt değildi: düşünsel kutuplar arasında riskli gidiş gelişler yerine, uçları bağlamayı, sökükleri dikmeyi yeğliyordu, sivrilikleri törpülemeyi. Habermas’ta kozmopolitizm çatışmaların içinden geçirilmeksizin, kendi karşıtları tarafından dolayımlanmaksızın, şu halde sınanmaksızın önerilen normatif bir fikirdir. (Arendt’te yoktur, ama olsaydı eğer, daha “suçlu” bir kavram olarak bulurduk onu, kendi şüpheleri, huzursuzluk ve güvensizlikleri içinde yol bulmaya uğraşan bir düşünce, bazen kendi “sahibinin” körlüklerine, inatlarına rağmen.) Nitekim yeni yüzyılda, AB’nin yarı-resmî filozofu olmayı benimsemiş bir konumda buluyoruz onu: “kaotik bir dünyada” hiç değilse eldekini korumaya, dünyasallık ilkesini AB çerçevesi içinde muhafaza etmeye çalışır gibidir.[2]   

Burada kozmopolitizm fikrinin son yirmi yıl içinde verimli bir kullanım alanı bulduğu kültürel teoriye değinme imkânımız yok; kendimizi güncel uluslararası siyaset literatürüyle sınırladığımızda daha tuhaf, daha sinik bir durumla karşılaşıyoruz. Yeni Dünya Düzeni kuramcılarının söyleminde başat ve gururlu bir mevki edinemeden tekrar gölgeye çekilip yardımcı bir role razı olmuştur: şimdi asıl görevi, “liberal müdahaleciliğe” (veya düpedüz müdahaleciliğe) karşı kendilerini ulusal hükümranlık ilkesiyle savunmaya/meşrulaştırmaya çalışan devletlerin/toplulukların ulusçu/yerelci darlığını eleştirmek, çürütmektir. Şu halde aktif değil, reaktif bir işlev edinmişti artık. BM deklarasyonlarında telaffuz edilmiyor, Clinton’ların konuşmalarında kendine yer bulamıyor, ama onların önerdiği bir uluslararası düzene itiraz edenleri terbiye etmek için ikincil (akademik) kanallardan devreye sokuluyordu. Öyle ya da böyle mahcup bir kavram olarak yol almaktaydı; çetrefil bir sorunu bastırmak, kapatmak, düzleştirmek için kullanılamıyordu: kımıldayan bir suç barındırıyordu içinde, tutulamamış sözler, vaat kalıntıları. Sanıyorum bugün bile çeşitli söylemlerde enternasyonalizmden daha az hijyenik bir terimdir. Örtüşmezlikler/artıklar meselesine girmeden önce kavramsal şecerelere de kısaca bakmalıyız.

***

İki terim de Batı siyasal düşüncesine Aydınlanma çağında girmişti. “Enternasyonal” Jeremy Bentham’ın (1770) icat ettiği bir sözcüktü, çeşitli Avrupa ulus-devletlerinin denk konumda yer aldığı düzlemi belirtmek için. “Kozmopolit” fikri daha eskiydi ama siyaset felsefesine bir kavram olarak yine aynı dönemde Kant’ın “Kozmopolit Niyetli Bir Evrensel Tarih Fikri” metniyle (1784) girdi ve Königsberg’linin daha sonraki “Ebedi Barış: Bir Felsefi Taslak” (1795) başlıklı broşürüyle çeşitli Avrupa devletleri için daha anlaşılabilir bir dille sunuldu. İki terimin de 1648 Westphalia Barışı sonrasında Avrupa’da siyasetin önce hükümran devlet sonra da hükümran ulus-devlet formatına sokulduğu bir çağda geçerlilik kazandığını belirtelim. Fransız Devrimi ve ardından Napolyon’un savaşları bu ulusal düzenlemeyi perçinledi. Artık dünyada “enter-nasyonal” bir sahne vardı ve orada birbirinin karşısında egemen (ulus-)devletler yer alıyordu.

Kozmopolitizm ise Rönesans ve kolonyalizmle girer. Shakespeare’in son oyunu Fırtına (1610) bununla ilgilidir: fatihlerin istila ettikleri “Yeni Dünya”daki insana benzer varlıkların nasıl konumlandırılacakları. Bunlar Endülüs’ten kovulan Mağribiler ve Yahudiler gibi değildi, ama neydiler? O çağda, henüz “ulus” veya “ulus-devlet” bir referans değilken, bu tartışma daha çok biyolojik/türsel bir çerçeve içinde yürütülüyordu: “insan”ın kapsamı, sınırları. Burada “bize” ve “çağımıza” sempatik gelecek tezleri savunanları biliyoruz: en başta Montaigne, sonra “Meskûn Dünyaların Çokluğu Üzerine” metniyle (1684) Fontenelle gibi geç Rönesans yazarları. Ama o sırada çok daha eski tarihli bir Hıristiyan “evrenselciliği” de vardı ve galiba asıl çetin tartışma da bir ucundan Kastilya monarşisine bağımlı İspanyol-Katolik kilisesi içinde cereyan etti: Ne Yahudi ne de Müslüman olan, ama şimdi bizim yıktığımızı da bildiğimiz bir sosyal-politik örgütlenmeleri olan bu varlıkları (buraya Afrika’dan köleler de getirdiğimize göre) nereye, hangi statüye yerleştireceğiz? Bu tartışma esas olarak İspanya’da Salamanca Üniversitesi’nde sürdürüldü. “İnsan”ın bir gezegensellik çerçevesi içinde kavrandığı ilk ve belki son tartışmaydı bu (günümüzde “insan” da “dünya” da son derece çözük kavramlar, çoktan yapı-söküme uğratılmış).[3] Ama Aydınlanma ve Fransız Devrimi’yle birlikte “insan”ın yerini “yurttaş” alacak ve kozmopolitizm de yurttaşlardan oluşan ulus-devletlerin uluslararası arenada (demek Avrupa’da) birbirleriyle iyi ilişkiler kurma meselesine indirgenecekti. 1815 Viyana Kongresi’nden Cemiyeti Akvam’a ve oradan da BM’ye uzanan bir süreç. 

Bu daralma Kant’ın vazgeçişlerinde de izlenebilir. 1784’te “bir evrensel tarih” fikrini henüz türsel bir temel (“insan”) üzerinde işlemekteydi: Fransız Devrimi’nden sonraki siyasal yazılarında (Ebedi Barış, 1795; Pragmatik Bir Açıdan Antropoloji, 1798) tartışmanın çerçevesi artık “ulus-devletlerle” (kendi terimi) sınırlanmış ve kozmopolitizmin de ancak “düzenleyici bir ilke” olabileceği kabullenilmiştir: mümkünse birer cumhuriyet olan hükümran “medeni devletler”, bağlayıcı bir üst-irade olmaksızın bu ilkeye gönüllü olarak, sırf kendi iyilikleri için (ticaretin ve refahın devamı, vb) uyacaklardır. 

Marx’ın yazılarında Kant’a pek rastlayamayız – ama aynı daralmayı o da “veri” almış gibidir. Değişen tek şey, evrenselliğin şimdi bir “maddi temel” kazanmış olmasıdır – kapitalizm ki, faaliyet göstermek için her zaman genişlemeye, dünyasallaşmaya ihtiyacı vardır (ama zaten Kant da “uluslararası ticaretin” önemini kavramıştı). Gözden kaçmaması gereken nokta, bu evrenselleştirici maddi temelin aynı anda evrenin coğrafi sınırlarını daraltıyor olmasıdır: “Emeğin kurtuluşu ne yerel ne de ulusal bir sorundur; modern toplumun varolduğu bütün ülkeleri kapsayan toplumsal bir sorundur ve çözümü için de en ileri ülkelerin teorik ve pratik uyumunu gerektirir” (“Birinci Enternasyonal’in Geçici Kuralları”, 1864). Bu daralmada rol oynayan asıl etken nedir? Marx’ın kapitalizmin tarihini 18. yüzyıl İngiltere’sinden başlatması ve böylece 15.-16. yüzyılların kolonyalizm ve “Pasifik dünyası” olgularını ihmal etmesi mi? (Sömürgecilik sadece kapitalizmin tarih-öncesi olarak girer Kapital’e, “ilksel birikim” bahsinde.) Aydınlanmanın çizdiği evrensellik çerçevesini hiç tartışmaksızın (“bilince çıkarmaksızın”) kendiliğinden benimsemiş olması mı? Felsefi müktesebatında Demokritos ile Hegel arasında hatırı sayılır bir boşluğun bulunması mı? Veya daha eski bir “gezegensellik/evrensellik” tartışmasının titreşimlerini hâlâ hissettiren Fourier ve Blanqui gibi yazarları (“sonsuz saygıyla” birlikte) modern sosyalizmin çoktan aşılmış tarih-öncesine havale etmesi mi? 

Öyle ya da böyle, modern sosyalizmin enternasyonalizmi, kendini Fransız Devrimi’yle birlikte şekillenmiş bir ulus-devletler çerçevesinin sınırlarını içinde geliştirmek ve idare etmek zorunda kalacaktır.



[1] Enternasyonalizm burada BM’nin çizdiği çerçeveyle sınırlıdır: hükümranlıklarını ve iç işlerinde mutlak bağımsızlıklarını koruyan devletler arasında barışçı ilişkiler.

[2] Oysa çelişkiler daha 90’lı yıllarda belirmişti: önce Körfez Savaşına sonra da Afganistan saldırısına itiraz ederken, Kosova krizinde askeri müdahaleyi (Noam Chomsky’nin deyimiyle “askeri hümanizm”) destekliyordu.

[3] Bu konuda derli toplu bir sunuş için bkz. Walter D. Mignolo, Local Histories/Global Designs: Coloniality, Subaltern Knowledges, Border Thinking, Princeton: Princeton University Press, 2000.