Kudüs Ey Kudüs!
Mete Çubukçu

Başlık Larry Collins ve Dominique Lapierre’in kitabından. Konu sadece Kudüs değildir kitapta. 1948’de İsrail’in kuruluşuna giden yolda yaşananlar; Deir Yasin katliamından, İsrail ordusu-milislerinin Tel Aviv-Kudüs yolunu nasıl açtıkları, Filistinlilerin Büyük Sürgün ya da topraklarından edilme sürecinin başlangıcı, İrgun, Stern gibi Yahudi “terör” örgütlerinin rolünü ve Arap-İsrail savaşlarının başlangıcını belgesel havasında anlatır iki yazar bu romanda.

Yahudiler için sevinç, Araplar için hüzündür 1948. 1948 ayrıca bölgede uzun yıllara yayılacak işgalin de başlangıcı, Kudüs’ün yarı yarıya düşüşüdür. Kuruluş ve “felaket” günleri bir gün arayladır iki taraf için. İsrail 1948’de Kudüs’ün batısında kurulur. O vakit Kudüs’ün doğusu ile kentin yamaçları Ürdün toprakları yani Batı Şeria’dır. 1967’de İsrail Kudüs ve Batı Şeria’nın işgalini tamamlar. Ürdün ordusu bölgeyi terk eder.

***

Geriye dönüp bakıldığında 1947 BM Taksim planı geliyor insanın aklına. Bugünkü toprakların, İsrail (azınlık olmalarına rağmen %55 oranında toprak önerildi) ile Araplar-Filistinliler (çoğunluk olmalarına rağmen %45 toprağa sahip olacaklardı) arasındaki bölüşümü öngören ve Kudüs’ü uluslararası yönetime bırakan plan. O tarihlerde kabul edilmesi pek mümkün olmayan bir karar. Çünkü azınlıkta olan bir nüfusun; 1900’lerin başından itibaren göçlerle artan nüfus ile etkinlik kurmaya çalışan bir yayılmacılığın terör ve baskı yöntemleri ile yerleşik Arapları sürgüne zorlayan bir siyasetin başlangıcıydı.

Bugün belki bir barış anlatması imzalanacak olsa 1947’nin çok gerisinde olacak. Her tarihsel koşul kendi şartları altında değerlendirilir. Bugün “1947 taksim planı kabul edilseydi ne olurdu?” deme şansımız yok. Ama şu var: 1947 uygulanmış olsa bile İsrail’in politikaları ve Siyonist yaklaşımları engellenebilir miydi?

Geldiğimiz noktada değil 1947, 1967 sonrası Birleşmiş Milletler kararları, Oslo Anlaşması benzeri köşe taşları ile onlarca metin bile İsrail tarafından reddediliyor. Filistinliler kendi topraklarının %15’ine sıkışmış durumdalar. Bu oran Oslo anlaşması ile çizilen çerçevede %22 idi. Gerçek Filistin topraklarının %22’si üzerinde bir Filistin devleti öngörülmüştü. İsrail buradan da geri adım attı. Uygulamadı. 2000 yılından itibaren işgal derinleşti, Arap ayaklanmaları dönemi ile birlikte doruğa ulaştı.

***

Trump’ın politikalarını tartışmaya gerek yok. Ancak kendince bir mantığı var tabii ki. Trump Ortadoğu’ya barış getireceğini söylüyor. Plan Netanyahu’nun planı. Şöyle: İçinde Kudüs’ün olmadığı, gerçek toprakların %15 ve belki de daha azına sıkıştırılan, ordusu, güvenliği olmayan, İsrail’e mahkûm bir Filistin. Etrafı duvarla çevrili, bir kısmı Gazze’ye sıkıştırılmış halka karşı bir tür apartheid rejimi uygulaması. Trump ve Netanyahu gibi içeride kirli işlere bulaşmış, bu durumdan Kudüs meselesi ve Gazze katliamıyla çıkmaya çalışan iki lider.

Ancak en önemlisi ve işin püf noktası İsrail devlet aklının Kudüs meselesini artık görüşme masasından kaldırmak istemesi. Kudüs sorunu, çözülmesi en zor sorun olduğu için bugüne kadar bütün çözüm metinlerinde en sona bırakılmıştır. İsrail bu kez metinlerden kaldırmaya çalışıyor. Ve kendine mahkûm bir Filistin devleti için masaya oturacağını söylüyor. Suudi veliaht prensi Selman da bunu şöyle özetliyor ABD ziyaretinde: “Filistinliler ya İsrail planını kabul etsinler ya da çenelerini kapatsınlar”.

Geldiğimiz nokta bu: Çenelerin kapatılması ya da kapatılmazsa Gazze sınırına yürüyen barışçıl protestoculara yapıldığı gibi katledilmeleri.

***

Trump’ın Kudüs’ü başkent olarak kabul etme imzası sonrası, büyükelçi açılışı 14 Mayıs 2018’e yani İsrail’in kuruluşunun 70. yılına denk getirildi. Aynı gün 62 barışçıl protestocu öldürüldü. Askerlere uzun süreden beri Gazze sınırına yaklaşanları öldürme yetkisi verilmişti. Gerekçesi ise göstericilerin Gazze’yi çevreleyen tellere yaklaşması belki de aşma ihtimaliydi. Böyle bir gerekçe ile hâlâ rahatlıkla insanları öldürülebilen devletler var. Yapılan ise Roma anlaşmasına göre bir “savaş suçu”.

***

ABD’nin de Kudüs’ü tek taraflı olarak İsrail’in başkenti olarak kabul etmesi huzur getirmeyecektir. Ama İsrail benzerleri gibi, “sürekli savaş hali ile varolabilen ve “kendi halkına yönelik tehdit algısını ayakta tutarak varolan bir devlet”. Öte yandan Doğu Kudüs müstakbel bir Filistin’in başkentidir ve yılların biriktirdiği düşmanlık ve husumetin üzerine bir de Kudüs meselesi eklenecektir. Kutsal mekânlar ise kimseye değil herkese aittir. Tek başına kimsenin bu kentin tümüne sahip çıkması mümkün olmamıştır.

***

İsrail-Filistin meselesinin geleceğinde zaten olmayan bir barış süreci uzun bir süre daha gündeme gelmeyecek gibi. İsrail’in kibirli, kural tanımaz ve vahşi politikaları karşısında ortak hareket edecek bir Filistin hareketi ve liderliği de maalesef yok.

Kendi sorunları ile uğraşan Arap dünyası ile bir araya gelme enerjisi olmayan İslâm dünyasının bu sorunu sırtlama gücü ve hedefi de tünelin ucunda görülmüyor.

Ama Filistin ve Kudüs, Arap ve İslâm ülke yönetimleri için her daim “kullanışlı bir malzeme” olmuştur. “Çok sert biçimde” tel’in etmek, kitleleri hamaset ile ayağa kaldırmak ve işi anti- Semitizm’e vardırmak dışında uzun yıllardır uygulanan bir politika yok gibidir.

***

İsrail politikalarına karşı çıkmak ile anti-Semitizm arasındaki ince çizgiden çoğu zaman ikincisine savrulunmuştur. Filistin meselesinin bir dinî mesele değil, ulusal ve evrensel bir mesele olduğunu, kendi topraklarında özgür, eşit ve adil koşullarda bir devlete sahip olmanın mücadelesi olduğunu unutmamak gerekiyor.

Bugüne kadar yerine konacak daha iyi plan bulunamayan, aynı zamanda çokça eleştirilen iki devletli çözüm İsrail tarafından yıpratılıyor, aşındırılıyor, gündemden kaldırılmak isteniyor. Tek devletli, ortak, birlikte bir yaşam ideali üzerinden çözümün olabilmesi ise ne kadar mümkün artık? Geriye ise Filistin ve dünyaya İsrail’in dayattığı, adına “barış”tan başka her şey denebilecek bir çözüm kalıyor. Ama bu kabul edilmeyecektir.