Doğrudan Demokrasi Yanılgısı
Barış Özkul

Bildiğimiz, alışkın olduğumuz anlamıyla liberal-demokrasi ve onun kurumları II. Dünya Savaşı sonrasına özgü bir fenomendi; şimdi Avrupa’da (Macaristan, Polonya, İtalya, Rusya) Savaş öncesi dönemin faşizan-otoriter tek adam rejimlerine dönüş süreci yaşanırken Türkiye de rüzgâra ayak uydurarak kendi tek adam rejimini kurdu. Artık fiilen ve resmen kurulmuş olan Türk tipi başkanlık rejimini Abdülhamid ve Kanun-i Esasi öncesine dönüş olarak okuyanlar var. Doğrusu bu, rejimi kuran kişinin hoşuna gidecek türden bir okuma. İktidarın doğuştan kazanılmış bir hak olarak görüldüğü zamanları hayırla yâd edecek, 200 yüzyıllık parantezi kapatıp tarihsel sapmayı düzeltmekten memnun olacak bir zihniyet iktidarda bugün. Ama onu kalıcı kılan toplumsal meşruiyet mekanizması aslında o kadar uzak bir geçmişten ödünç alınmış değil. Tersine, modern bir temsiliyet mekanizması pre-modern bir siyasi zihniyet tarafından tepe tepe kullanılmakta. Savaş öncesi dönemin tek adam ve tek parti deneylerinde serbest “seçim”ler daima korkutucu bir ihtimaldi: Yerli ve milli bir örnek olarak, Terakkiperver Fırka ve Serbest Fırka hızla kapatılmıştır. Şimdi ise “seçimler” rejimin sürekliliği açısından adeta bir can simidi; liberal demokrasinin temsiliyet mekanizması ne liberal ne de demokrat olan partiler ve liderlerin elinde sarsılmaz bir meşruiyet mekanizmasına dönüşmüş durumda. Türkiye’de durum böyle; Macaristan’da, Rusya’da, Polonya’da aynı şekilde.

Birikim’in Temmuz sayısında (351) Ömer Laçiner’in bu tabloyla ilgili son derece zihin açıcı bir yazısı yayımlandı. Bilimsel-teknolojik devrimler çağının çeşitli iş kollarında günden güne lüzumsuzlaştırdığı vasıfsız emekçi yığınların bu varoluşsal tehdit karşısında çareyi milliyetçi-muhafazakâr partiler etrafında toplaşmakta bulduğuna dikkat çekiyordu Laçiner:

“Kendilerine geçim imkânı, hak ve özsaygı kazandıran işlerini kaybetme ihtimalini her adımında arttıran bu endüstriyel devrimin taşıyıcısı olan etkinlik alanlarına müdahale edememenin çaresizliği ile, o alanların içinde ve çevresinde yer alan yüksek bilgi, yetenek, donanım sahiplerine, onlarla aynı “elit” kategorisine sokulan rafine kültür, sanat, düşünce dünyasına derin bir kuşkuyla bakmaktadırlar. Önceleri, tehdit altındaki işlerini koruyabilmek için aynı iş kolundaki azınlık etnik grup mensuplarını ve mevcut işlerini kaybettikleri takdirde sığınacakları düşük nitelikteki işlere talip göçmenleri “ötekileştirerek”, yabancı düşmanlığı ile sivrilen bu post-modern milliyetçilikler; daha sonra bu özelliklerini koruyarak “elitleri” ötekileştiren “yeni” bir dil ve mecraya yöneldiler. AKP’yi ve AKP-MHP ittifakını bu mecrada konumlandırmak gerekiyor.”

Nüfus artışını teşvik eden politikalar da aynı toplaşmayı bir siyasal kamplaşma içinde pekiştirmeye yönelik bir strateji. Tarihin şu aşamasında nüfus arttıkça işgücü bakımından lüzumsuzlaşmakla birlikte sayısal olarak baş edilmez bir politik güce dönüşen kitleler ve onların acz duygularını ifade ettikleri ana mecra olarak seçimler otoriter-popülist iktidarların ana dayanağı olarak kalacak gibi görünüyor.

“Ben de sizin gibi vasıfsızım, ama bundan utanmamıza gerek yok, çünkü çoğunluk olduğumuz sürece iktidardayız” duygusunu telkin eden bir “doğrudan demokrasi yanılsaması” bu. Doğrudanlık yanılgısı, sıradan insana mobil telefonunu ya da tablet bilgisayarını açtığında doğrudan kendi ayna imgesini görebildiği bir “karizmatik”-siyasal figür sunmasında düğümleniyor. İlkeler ve fikirlerden ziyade gelip geçici hisler ve imajlara dayalı yeni iletişim düzeni, rasyonel kamusal düşünce ve onun kurumları yerine kişiselliği, “şahsiyat”ı geçirirken siyasal söylem kurumların aracılığından sıyrılıp giderek kişiselleşti. Bunun kaçınılmaz sonucu dip noktada kurulmuş bir eşitlik (“ben de sizden birisiyim”) yanılsamasının taşıyıcılığını üstlenen bir plebisit rejiminin “demokrasi”yle özdeşlenmesi oldu.

Erdoğan, Berlusconi, Orban, Trump gibi liderlerin “hareket noktası” olan “sıradan insan” aynı zamanda sosyalizmin de hareket noktasıdır; ama birisi sıradan insana “bütün negatif özelliklerinle, hiçbir şey olmadan, herhangi bir değişim yaşamadan iktidar olabilirsin” derken öbürü, sıradan insanın olduğu değil olabileceği hali tasavvur eder. Sosyalizm bu bakımdan bir Aydınlanma manifestosudur. Ama sosyalistler uzun süre önce sıradan insanın olabileceği hali tasavvur etmeyi bırakıp iktidarın nasıl ele geçirileceği üzerine kafa yormaya başladıkları için sıradan insanın varoluşsal sorunlarından uzaklaştılar. Sonuçta meydan, sıradan insana öyle ya da böyle temas edebilen yeni tek adam rejimlerine kaldı.

Liberal demokrasinin temsiliyet açmazı şimdilik yeni bir açmazla, daha büyük sorunlara yol açacak bir “demokrasi” yanılgısıyla, bir özdeşleşme anıyla (lider-sıradan insan) taçlanmış görünüyor. Sosyalistler, sosyal demokratlar sıradan insanın etkinlik alanına müdahale eden bir politika geliştiremedikleri sürece bunun kolay kolay değişeceğini sanmıyorum.