Avrupa Parlamentosu: Dilsiz Halkların Sessizliği
Ela Bilgen

AB içinde “Avrupa halklarının sesi” olan Avrupa Parlamentosu bir süredir sessizliğe gömülmüş durumda. Zira çalışmalarını 24 ayrı dilde ve 552 farklı dil kombinasyonunda yürüten Parlamento tercümanları Haziran başından bu yana grevde.

20. yüzyılın ilk yarısını birbirleriyle savaşarak geçiren devletler tarafından kurulmuş olan Avrupa Birliği bugün dünyaya bölgesel barışın en büyük örneği sunmakta. Nobel Barış Ödülü’ne de sahip olan Birliğin kurucu üyelerine göre bu başarı bir yanda hükümetler ve diğer yanda da Avrupa yurttaşları arasındaki kararlı bir diyalog ve uzlaşı arayışına dayanıyor. Yani AB’nin büyük iddiasını, bir savaşa mahal vermeden tüm sorunların konuşup anlaşarak çözülebileceği savı oluşturuyor. İşte bu nedenle Avrupa Birliği ilk günden itibaren tüm üyelerinin resmi dillerini kendi resmi dili olarak kabul ediyor ve çalışmalarını da bu dillerin hepsinde birden yürütüyor.

6 üye ve 4 dille faaliyete başlayan örgütün bugün 28 üyesi ve bazı üyelerin aynı dili kullanması nedeniyle 24 resmi dili var. Dünyada taraf devlet sayısı bakımından Avrupa Birliği’nden oldukça büyük uluslararası örgütler olsa da hiçbiri çalışmalarını aynı anda bu kadar fazla dilde birden yürütmüyor. Örneğin 55 üyeli Afrika Birliği çalışma dili olarak sadece Arapça, İngilizce, Fransızca ve Portekizce’yi kullanmakta. 35 üyeli Amerikan Devletleri Örgütü’nünse yalnız 4 resmi dili var: İngilizce, Fransızca, İspanyolca ve Portekizce. Üstelik 193 taraf devleti olan Birleşmiş Milletler’de bile resmi diller Arapça, Çince, Rusça, İngilizce, Fransızca ve İspanyolca’yla sınırlı.

Avrupa Birliği’ninse her bir organında geniş kadrolu tercüme birimleri bulunuyor. Avrupa Parlamentosu’ndaki her bir oturumda da konuşmacı kendi dilinde konuşmasını yaparken bu, 24 ayrı tercüme kabininde diğer tüm AB dillerine çevriliyor. Bunun için Parlamento’da 330 daimi ve pek çok da geçici süreli tercüman çalışmakta.

Böylesine büyük bir çeviri ekibini istihdam etmesine rağmen Parlamento yönetimi Ağustos 2017’de, çalışanlara ve onların bağlı bulundukları sendikalara hiç danışmadan tercümanların çalışma koşullarında ciddi değişikliklere gitti ve günlük çalışma sürelerinin arttırılmasına karar verdi. O günden itibaren sendikaların, Parlamento yönetimiyle yaptığı görüşmelerse sonuçsuz kaldı ve nihayetinde farklı sendikaların ortak kararıyla 12 Haziran’da greve başlandı.

Sendikaların ve Avrupa Parlamentosu’nda tercümanlara destek veren siyasal gruplardan Avrupa Birleşik Solu/Nordik Yeşil Sol Grubu’nun ifadesine göre grev kararından bu yana Parlamento yönetimi müzakereye yanaşmıyor. Üstelik önemli toplantılar olduğunda da tercümanlar çalışmaya zorlanıyor.

751 üyeli Avrupa Parlamentosu Ağustos hariç yılın her ayında, 4 gün süren genel kurul toplantıları yapmakta. Tercümanların greve rağmen çalışmak durumunda kaldıkları toplantıların sonuncusu da 2 Temmuz’da başlayan genel kurul oturumları oldu. Yönetimin bu dayatmasına karşılık bazı parlamenterler mikrofonlarını kapatarak tercümanlara destek verdi. Greve karşı katı bir tutum sergileyen Parlamento Başkanı ve Genel Sekreteri başta olmak üzere yönetimin sorunu nasıl çözeceği henüz belirsiz. Görünen o ki Birlik bütçesindeki önemli harcama kalemlerinden birini oluşturan çeviri masrafları konusunda akıllarına gelen ilk çözüm maliyeti tercümanlara yüklemek olmuş.

Çeviri masrafları aslında uzundur AB gündemini meşgul eden bir mesele. Bu konudaki önerilerden biri de çalışma dillerinin sınırlandırılması. Ama bu tedbir AB’nin “farklılıkların birlikteliği” teziyle çelişiyor. Çünkü Avrupa Birliği aynı zamanda Avrupa’nın dilsel zenginliğinin korunması ve her bir üye devletin resmi dilinin, hatta bazı bölgesel dillerin Avrupa kültürü açısından eşdeğerde olduğunu savunmakta. Çok dillilik sayesinde farklı kültürlerden insanlar arasında anlayış birliği sağlanacağı da bu söyleme eşlik ediyor.

Bu tutum şimdiye kadar Parlamento’da bazı dillerin elenmesinin önüne geçti. Ancak tercümanların greve gitmesi, diyalog temelinde kurulmuş olan Birlik’te diyaloğun en görünür seviyede dahi kesilmiş olduğunu gösteriyor. Aslında çok dillilik konusundaki kültürel zenginlik söylemi pratikte yerini Avrupa yurttaşlarının “istihdam edilebilirliğini arttırma” hedefine bırakmış durumda. AB, dil eğitimine önem veren ve bunun için ciddi mesai harcayan bir örgüt. Yürüttüğü pek çok proje ve programla, anadile ek olarak iki dil daha öğrenmeyi teşvik ediyor. Bununla amaçlanansa kültürlerarası diyalogdan önce “Avrupalıların yurtdışında çalışma imkânlarının arttırılması, ekonominin en hızlı büyüyen alanlarından biri olarak tanımlanan dil endüstrisinin gerektirdiği nitelikleri kazanması ve Avrupa çapında ticaretin daha etkin biçimde yürütülmesi”. Üstelik iş amacıyla yönelinen diller, gelişmiş ülkelerin dilleri olduğundan her Avrupa dili pratikte aynı değerde görülemiyor.

Modernizm gençlere anadiline sormak ve tartışmaktan önce “bir değil, birden fazla dil öğrenmeyi” öğütler. Zira gelecek kuşaklar için öngörülen, içinde yaşadığımız dünyayı anlamaları değil, girişimci ruhlarını sınırlar ötesine taşıyabilmeleridir. Birden fazla dilde “kendini ifade etmek”, insanların eylemlerini söze dökerek siyasi varlığını kazanması için değil, iş ve ticaretteki başarısını arttırmak için gereklidir. Avrupa Birliği devletleri de, savaşmayı bırakıp hep birlikte kalkınmaya karar verdikleri andan itibaren birbirlerinin dillerini bir değer olmaktan çok bir iş aracı olarak gördü. Bu bağlamda Avrupa Parlamentosu kamuoyuna, Birliğin her köşesinde çığlığı Avrokratlarla “iş adamları”nın gürültüsünde boğulan Avrupa halklarının sesi olarak sunuldu. Çalışanların iki aydır süren greviyse, Parlamento’nun bu çığlığa tercüman olamadığını artık en somut hâliyle gözler önüne seriyor.